Booking.com

HER ZAMAN OLMAK İSTEDİĞİMİZ YERDEYİZ


Bir zamanlar, dağda bir dağ işçisi varmış. Gece gündüz dağa vurup durmaktan yorulmuş. Usanmış. 'Ah demiş keşke daha güçlü olsam...' Mesela bir şövalye olsam, savaşıp zor durumda olanlara yardım etsem.' İşte tam bu anda bir peri belirmiş ve onu şövalyeye çevirmiş. Şövalyelik ilk basta harikaymış, ama şövalye olarak da her istediğini tam olarak yapamadığını fark etmiş.

'Aslında' demiş içinden 'kral olsam, çok daha güçlü olurdum ve her istediğimi yapardım.' Peri onu krala çevirmiş bu sefer. Kral olmak harikaymış ilk başta. Her istediğini yapıyormuş gerçekten. Derken bir bakmış, kraldan büyük güneş var. Güneş varsa bereket var. Bereket varsa, halk mutlu. Kralın elinden bereket için bir şey gelmiyor, güneşin geliyor.

Güneş olsam, işte o zaman kraldan büyük olurum demiş. Güneşe çevirmiş bu defa onu peri. Parlayarak bereket getirmeye, elinde mevsimler çevirmeye başlamış tam istediği gibi.

Gökyüzünde hükmünü sürerken, birden bir bulut gelmiş kapamış üstünü. 'Ah' demiş. Bulutlar benden güçlü, hem yağmur yapabiliyorlar hem de güneşi kapatabiliyorlar. Bulut olsam demiş. Der demez de buluta dönüşmüş.

Peri bir dediğini iki etmiyormuş. Bulut olmuş giderken, yağmurlar yağdırıp, istediğinde gökyüzünü kaplarken büyük bir gücün kendisini ittiğini görmüş.

Rüzgar! Rüzgar isterse bulutu itip, dağıtıp geçebiliyormuş. Ondan güçlü rüzgarın olduğunu fark edince, rüzgar olmayı dilemiş bu sefer. Ve olmuş da. Rüzgar olup esmeye başlamış.

Oradan oraya hükmünü sürerken bir de bakmış bir dağ! Dağ, istediğinde rüzgarı durduran koca bir duvar gibi dikilmiş önüne. Dağ olmak vardı demiş. Her şeyin önünde durabilecek kadar güçlü olmak. Ve dediği gibi olmuş. Dağ olmuş. Dağ olup dikilirken, rüzgarları durdururken, bir ses duymuş karnında...

Tak tak tak tak... Bu da ne demiş, içimi oyan, taslarımı çıkaran... Bir de bakmış bir taş işçisi! Dağı küçük küçük kıran bu taş işçisi dağdan güçlü demiş içinden. Ve taş işçisi olmayı dilemiş periden.

Taş işçisi daha güçlü olmayı dileye dileye taş işçisine varmış yine. Bu hikayeyi Judith Liberman'in "Masal Terapi" kitabında duydum. Hatırladığım kadarını kendimce yazdım. Çok sevdim bu küçük hikayeyi ben.

Biz insanlar taş işçisi olmaktan şikayet eder dururuz. Bir peri olsa, hepimizin dileyecek şeyi var. Hayalimizde hep bizden güçlüsü, akıllısı, şanslısı, genci, güzeli, başarılısı, yüreklisi var.

Halbuki, hayat daireler çizip duruyor. Hayatın sürekli daire çizip duran, yaramaz bir çocuk olduğunu bilenler, bazen yine de bu büyük yolculuğunu yapmayı seçebilirler elbette.

Hayat durmak değil, varmak da değil, yolculuk etmek belki de. Hayat yolculukta geçer. Varacağımız yerin, olduğumuz yerden pek bir farkı olmayacağını bilirsek, belki yolculuğun tadına daha çok varırız.

Doya doya şövalye, kral, güneş, bulut, rüzgar, dağ ve en güzeli de taş işçisi olmayı beceririz o zaman.


Nil KARAİBRAHİMGİL




MEVLANA'dan...

- Kişinin değeri nedir?
- Aradığı şeydir!

Eğer sen, can konağını arıyorsan, bil ki sen cansın.
Eğer bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan, sen bir ekmeksin.
Bu gizli, bu nükteli sözün manasına akıl erdirirsen anlarsın ki,
Aradığın ancak sensin, sen!

Madendeki inciyi aradıkça madensin.
Ekmek lokmasına heves ettikçe ekmeksin.
Şu kapalı sözü anlarsan, anlarsın her şeyi...
Neyi arıyorsan, sen osun!

Senin canın içinde bir can var, o canı ara!
Beden dağının içinde mücevher var, o mücevherin madenini ara!
A yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara...
Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara!



Sevgiyle yoğrulmamışsa yüreğin,

Tekkede, manastırda eremezsin...

Bir kez gerçekten sevdin mi dünyada, 
Cennetin de cehennemin de üstündesin...



ÖMER HAYYAM



29 Ağustos 2015, BALIK BURCU’nda DOLUNAY; Arzular ve Hayal Kırıklıkları ile Sınanma Zamanı…

Belirsizlik, kaybolmuşluk, kaybetme korkusu, ve kaygı veren ”riskli gelişmeler” …
DOLUNAY’a yaklaşırken gözümüzün gördüğü renk, aklımızı teslim alan ses bu!
AMA GERÇEK BU DEĞİL :)
Gerçek, kaygılarımızın sisi arkasında duran ve bizim tarafımızdan fark edilmeyi bekleyen bir lamba…
Ve biz, o lambanın ışığını görmek istiyorsak, çok sevdiğimiz, çok arzuladığımız, çok umut bağladığımız, hiç vazgeçmek istemediğimiz bir şeyin TAM İSTEDİĞİMİZ GİBİ olmadığını ya da umduğumuz gibi gelişmeyeceğini kabul etmek zorundayız!
Evrenin bize açacağı yeni kapıyı, sunacağı yeni seçeneği, bulduracağı yeni çözümü, yaşatacağı yeni sevinci tadabilmek için;
  • Eski heveslerimizden,
  • Ağdalı tutkularımızdan,
  • İlle de şöyle olacak diye direttiğimiz için bir türlü makul bir sona vardıramadığımız ve giderek enerjimizi tüketen planlarımızdan,
  • Yürümeyen ve yürümeyeceği epeydir belli olan sevdalarımızdan,
  • Hırslarımız, gururumuz, inadımız, ve bizi çözümsüzlüğe götürecek kadar sivrilttiğimiz dikbaşlılığımızdan,
  • Saplantılı tavırlarımızdan ya da bizi çaresizleştiren durağanlığımızdan,
vazgeçmemiz lazım ;)
Ortada bazı detayları atlanmış bir tasarım, arkası verilerle doldurulmamış bir varsayım, hayal kırıklığına sebep olan abartılı bir beklenti var. Ve  bu işin bu hale gelmesinin altında bizim ısrarla göz ardı ettiğimiz, ihmal ettiğimiz bazı somut gerçekler yatıyor.
Biz bu gerçekleri artık fark etmek ve planlarımızı, yönümüzü, tavrımızı bunları dikkate alarak yeniden belirlemek zorundayız.
Ne var ki, ”BEN NEREDE YANLIŞ YAPTIM” derken, amacımız hatayı görüp hızla çözüme yönelmek olmalı!
Ah-ü-zar ile vakit kaybetmek, hüzün denizlerinde boğulmak, hayal kırıklığı içinde yelkenleri suya indirip gemiyi batırmak filan, bu aralar hiç prim yapmaz :)))
Madem çok delikanlıyız, boş gururu, ”bu bana yapılır mı ulennn!” muhabbetini bir yana bırakıp, cesaretimizi kuşanıp, kesilmesi gereken bağı kesmeli, ve yürünmesi gereken yola girmeliyiz!
Madem kendimizden hoşnut olmak istiyoruz, o zaman kendimize sahip çıkmalı, gerekiyorsa bazı şeylere elimizde kalan araçlar ve ufukta beliren çözümlerle yeniden başlamaktan korkmamalıyız.
Ve yeni başladıklarımızın sonu da ESKİSİ GİBİ OLSUN İSTEMİYORSAK, eskiden davrandığımız gibi davranmamalıyız!
Bu defa kendimizi aldatmak, boş işlerle oyalanmak, olmayacak duaya amin çekmek, bulanık sularda balık avlamak, etrafımızdakileri de kendimizle birlikte oyalayıp vakit kaybettirmek filan yok ;)
Detaycı, özenli, gayretli, tutarlı, ”evrenin bize habire hatırlatıp durduğu ama bizim ısrarla kulak arkası  ettiğimiz” kurallara saygılı, prensipli, sabırlı, kararlı ve alçak gönüllü bir biçimde, önümüze bakmaktan başka çıkar yol kalmadı.
Bu saydıklarımın sıkıcı göründüğüne bakmayın :)))))
Arada bir arzularımızı, hırslarımızı, ısrarlarımızı, kaygılarımızı, hayal kırıklıklarımızı bir yana bırakıp, sadece yapılması gerekeni yapmak, ve sonucu hayatın şefkatli ellerine bırakmak, EN İYİSİDİR!
İnsan hayatı – özellikle de umduklarını bulamadığı zaman – acımasız bulur… Oysa hayat bize bizim kendimize davrandığımızdan çooook daha şefkatlidir. YETER Kİ  BİZ İZİN VERELİM :)
Kendimizi hayal kırıklığına ve çözümsüzlüğe esir ettiğimizde, yoldan ve ışıktan uzaklaşırız.
Çözüme, yola, ışığa dönmek için edilen her duada ise, Yaratan’ın sevgi dolu eli bizimledir :)
Bu parçayı daha önce de kullandım… Annabelle – Gillian Welch;
”Bazen gönlünün istediğine ulaşamazsın. Ve neden böyle olduğunu bir türlü anlamazsın! Ta ki Yaratan’ı bilene kadar…”
kaynak : http://junoastrology.com/2015/08/28/29-agustos-2015-balik-burcunda-dolunay-arzular-ve-hayal-kirikliklari-ile-sinanma-zamani/

BİR İNSANI GERÇEKTEN SEVMEK.


Bir insanı gerçekten sevmek ne demektir bilmiyor musunuz; nefret, kıskançlık, öfke hissetmeden, ne yaptığına veya ne düşündüğüne karışmak istemeden, kınamadan, kıyaslamadan sevmek ne demek bilmiyor musunuz?
Sevginin olduğu yerde kıyaslama olur mu?
Birisini bütün kalbinizle, bütün zihninizle, bütün vücudunuzla, bütün varlığınızla sevdiğiniz zaman karşılaştırma söz konusu olur mu?
Kendinizi o sevgiye tamamen teslim ettiğinizde başkaları yoktur artık.
Sevginin sorumluluğu ve vazifesi var mıdır, ayrıca bu kelimeleri kullanır mı?
Bir şeyi görev gereği yaptığınızda bunda sevgiye yer var mıdır?
Görev sevgi içermez.
Görevin insanı esir alan yapısı insanı mahvetmektedir.
Bir şeyi göreviniz olduğu için yapma gereği hissediyorsanız yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir.
Sevginin olduğu yerde görev ve sorumluluk yoktur.
Çoğu ebeveyn ne yazık ki çocuklarından sorumlu olduklarını düşünür ve sorumluluk anlayışları, çocuklarına neyi yapmaları neyi yapmamaları, büyüyünce ne olmaları ne olmamalarını söyleme şeklinde kendini gösterir. Anne babalar çocuklarının toplumda güçlü bir yere sahip olmalarını isterler. Sorumluluk dedikleri şey, o taptıkları saygınlığın bir parçasıdır ve bana kalırsa saygınlığın olduğu yerde düzen yoktur; bütün dertleri mükemmel bir burjuva olmaktır.
Çocuklarını topluma uyum sağlamaya hazırlarken savaşı, çatışmayı ve vahşeti devam ettirmiş olurlar.
Sizce bu ilgi ve sevgi midir?
Gerçekten ilgi göstermek bir ağaca veya bitkiye gösterdiğiniz gibi ilgi göstermektir, ona su vererek, ihtiyaçlarını ve en iyi hangi toprakta yetiştiğini inceleyerek, ona şefkat ve özenle bakarak. Çocuklarınızı topluma uyum sağlamaya hazırlarken onları aslında ölmeye hazırlıyorsunuz.
Çocuklarınızı sevseydiniz savaş olmazdı.

* Jiddu Krishnamurti – Bilinenden kurtulmak- Alıntı

"FREKANS TUTUCU İNSANLAR"



Doğaları gereği daha içe bakışlıdırlar ve onlara göre dışa doğru hareket asgaridir. Dışa açılmaktan çok eve dönmek isterler. Bir şeylere katılmak ya da dünyayı değiştirmek konusunda güçlü dürtüler hissetmezler. Eğer tutkuları varsa, genellikle kendilerine belli bir ölçüde bağımsızlık kazandıracak şeylerin ötesine geçmez. Bazıları bu dünyaya uymakta zorlanabilir. Bazıları ise kendilerini koruyabilecek bir şey bulacak kadar şanslıdırlar; örneğin kendilerine düzenli gelir sağlayan bir iş ya da kendilerine ait küçük bir iş gibi.

Bazıları ruhsal bir topluma katılmaya ya da manastıra kapanmaya bile karar verebilir. Bazıları toplum dışına itilir ve uç noktalarda yaşarlar. Bazıları bu dünyada yaşamayı fazlasıyla acı verici bulup uyuşturuculara sığınır. Diğerleri ise zaman içinde şifacı ya da ruhsal öğretmen olurlar.

Eski çağlarda onlara muhtemelen münzevi ya da bilge denirdi. Günümüzde görünüşe bakılırsa onlar için bir yer yoktur. Ama yenidünya rolleri, yaratıcılar, yapıcılar ve reformcular kadar önemlidir. Fonksiyonları; yeni bilincin bu gezegende sağlamlaşmasını sağlamaktır. Ben onlara frekans tutucular diyorum. Onlar günlük hayatlarındaki eylemlerle bilinç yaratmak için buradadırlar ve sadece burada var olmaları bile yeterlidir.

Bu şekilde, görünüşte önemsiz olsalar bile aslında çok önemli bir görev sürdürürler. Onların işi, yaptıkları her şeyde anda kalmayı başararak bu dünyaya dinginliği getirmektir. Yaptıkları şeyde bilinç ve dolayısı ile kalite vardır; en küçük işlerinde bile.

Her insan, kolektif insan bilincinin bir parçası olduğundan, yaşamlarının yüzeyinde görünenden çok daha derin bir şekilde dünyayı etkilerler."


Eckhart Tolle


KAZANAN ve KAYBEDEN

Kazanan her zaman çözümün bir parçasıdır,
Kaybeden her zaman problemin bir parçasıdır
Kazananın her zaman bir programı vardır,
Kaybedenin her zaman bir özrü vardır

Kazanan “Bu işi senin için yaparım” der,
Kaybeden “Benim işim değil ki” der

Kazanan her sorunda bir çözüm görür,
Kaybeden her çözümde bir sorun görür

Kazanan “Uzak ama yolu biliyorum” der,
Kaybeden “Yakın ama yolu bilmiyorum” der

Kazanan çakılların yanındaki çimeni görür,
Kaybeden çimenin yanındaki çakılları görür

Kazanan “Zor olabilir ama mümkün” der,
Kaybeden “Mümkün ama çok zor” der

Kazanan konuşmak yerine yapar,
Kaybeden yapmak yerine konuşur

Kazanan ağlamak yerine çalışır,
Kaybeden çalışmak yerine ağlar

Kazanan beynini çalıştırır,
Kaybeden çenesini .

* Alıntı

Karın Yağlarını Eriten 7 Yiyecek

Karın Yağlarını Eriten 7 Yiyecek

Karın bölgesi, yağ birikimi konusunda vücudumuzun oldukça kritik bir bölgesi. Biz farkında olmadan yağlar karın bölgesinde birikip belin doğal dengesini bozabilir. Buna karşı ne yapabiliriz? Biz, aşağıdaki yiyecekleri diyetinize eklemenizi öneriyoruz. Çok küçük bir çabayla karın bölgenizdeki yağları etkili biçimde kısa sürede yakabilirsiniz. 

Karın yağlarını eritmek için öneriler

Bazı sağlıksız yaşam alışkanlıkları ve zayıf beslenme karın bölgesinde yağ birikimine sebep olabilir. Hepimizin bildiği üzere, bir mucize beklemenin yararı yok. Düz bir karın için biraz çaba göstermeniz ve bazı şeylerden fedakarlık etmeniz gerekiyor: Özellikle su kaybına ve yağ birikimine sebep olan yiyecekler.
karin1
Bu yüzden, aşağıdaki önerilere göz atın:
  • Doğal meyve sularına ek olarak günde iki litre su için.
  • Rafine unları kesin, işlenmiş yiyecekleri ve tatlıları yemeyin.
  • Diyetinizden tuzu çıkarın, çünkü tuz yağın vücutta tutulmasının ana nedeni.
  • Her gün biraz egzersiz yapın. Sadece yarım saat yürüyüş yapmak sağlığınıza çok büyük etki edebilir.
  • Unutmayın, diyet yapmak yemek yememek anlamına gelmiyor. Günde 4 kez yemek yemelisiniz: kahvaltı (çok önemli), öğle yemeği, atıştırma ve akşam yemeği. Her öğünde küçük porsiyonlar tüketmeye dikkat edin, ama günde 4 kez yemeniz şart. Örneğin, asla kahvaltı ve akşam yemeğini atlamayın.

Karın Yağlarını Eriten Yiyecekler

1. Elma

elma
Her güne lezzetli bir elma ile başlasanız nasıl olurdu? Harika. Bu doktorlar ve beslenme uzmanları tarafından öneriliyor. Ayrıca özellikle kahvaltıda yulaf ezmesi ile tüketirseniz güne başlamak dört dörtlük. Elma içeriğindeki zengin C vitamini, flavonoidler ve beta karoten sayesinde yağları eritmek için çok faydalıdır. Kilo vermek için günde iki üç adet elma yemeyi unutmamalıyız. Bu yüzden kahvaltıda yemenin yanı sıra suyunu sıkarak içmek de bir alternatif olabilir. Mesela pancarlı elma suyu akşam yemeği için çok güzel bir içecek. Ne dersiniz?

2. Muz

muz

Muz 75-130 kalori içerir. Bu meyve potasyum, kalsiyum, magnezyum ve vitaminler açısından çok zengindir. Yiyecek şeklinde izotonik bir içecek gibidir. Günde en az bir kez yararlanmamız gereken doğal bir kaynak. Diyetinize muz gibi yiyecekleri eklemek kilo vermenizin yanında sağlığınıza da iyi gelir. Unutmayın muz öğle öncesi ve öğle sonrası için harika bir atıştırmalıktır, çünkü tok tutar ve gün içinde ihtiyacınız olan bir çok vitamini sağlar.

3. Kereviz

Diyetinizde kesinlikle kereviz olmalı. Bu sebze doğal olarak kilo vermeye yardımcı olur ve bir çok yiyecek ile beraber tüketilebilir. Hem de nasıl hazırlarsanız hazırlayın çok lezzetlidir. Ayrıca içinde kilo vermenizin ana sağlayıcısı olan C vitamini ve kalsiyum içerir. Bugün yemeye ne dersiniz?

4. Kabuklu deniz ürünleri

kabuklu
Bu her gün yemek için biraz pahalı bir seçenek olabilir, ama sizlere haftada en az 3 kere yemenizi öneriyoruz. Kabuklu deniz ürünleri yağ oluşumunu engelleyen bir tür mono doymamış yağ içerirler, Omega 3 açısından zengin ve çok sağlıklıdırlar. Her yediğinizde bir çok vitamin ve mineral alacağınız için istediğiniz yan yemek ile tüketin.

5. Avokado

avakado
Avakadonun kilo aldırdığına yönelik bir dedikodu yaygın. Ama bu kesinlikle doğru değil. Avakado açlık hissini ortadan kaldıran veya geciktiren oleik asit içerir. Ayrıca avokado düz bir karına sahip olmak için gerekli olan lifler içerir. Çok yemediğiniz takdirde avakado size tokluk hissi verip yağları eritmenize yardımcı olabilir. Günde bir tane avakado yemek yeterlidir. Ayrıca salata veya sosların içinde çok lezzetli ve dayanılmaz bir tat olur.

6. Kiraz

kiraz
Hepimiz kiraza bayılırız. Eğer uygun fiyata kiraz bulursanız, kesinlikle satın alın. Kirazkalp ve sindirim sistemi için çok faydalıdır; kolestrolü düşürür ve ürik asit sağlar, metabolizmayı düzenler, açlık hissini azaltır ve sizi sürekli sağlıklı tutar. Antioksidan bakımından çok zengindir. Dolayısıyla herhangi bir sebepten dolayı kiraz yemekten çekinmeyin. Ancak, marketlerdeki kiraz sularını önermiyoruz, çünkü kiraz taze olmadığı takdirde herhangi bir sağlık değeri taşımaz ve bu şekerli içecekler hiç bir şekilde kilo vermenize yardımcı olmaz.

7. Domates

Tomato
Bizler domatesi çok seviyoruz. Salata, sos ve tüm yemeklerle lezzeti bizlere her gün yeni tatlar sağlıyor. Domatesin kanda lipit birikimini azalttığını biliyor musunuz? Bu yüzden domates vücudu temizler ve yağ birikimini önler. Öğünlerinize domates eklemeyi unutmayın!

Küçük Ruhun Hikayesi

Günün birinde Küçük Ruh heyecan içinde Tanrı'ya gider ve ona "Ben kim olduğumu biliyorum!" der.
Tanrı; "Peki sen kimsin?" der.
Küçük Ruh; "Ben ışığım!" der ve Tanrı "Doğru, sen IŞIKSIN!" der. Küçük Ruh bir an düşünür ve "Ama ben IŞIK olmak istiyorum!" der... "Işık olduğumu biliyorum ama Işık olmayı kendim deneyimlemek istiyorum. Kendi deneyimlerimle bilmek istiyorum!" der.
Tanrı; "Oh anladım, sen halihazırda olduğun şeyi deneyimlemek istiyorsun." der. Küçük Ruh; "Evet istediğim budur, kendimi Işık olarak deneyimlemek istiyorum. Sadece bilmek yetmiyor, Işık olmayı yaşamak istiyorum!" der.
"Bunu anlayabiliyorum..." der Tanrı; "Ancak bu zor bir iş. Çünkü yarattığım ışıktan başka bir şey yok ortada ve senin ışığın güneşin içindeki bir mum gibi, sen orada milyarlarca ve milyarlarca başka mumların arasındasın ve hepiniz birlikte güneşi oluşturuyorsunuz. Bu mumlardan bir tanesi dahi olmazsa güneş de olmaz! Işıkların arasında ışığını fark etmek istiyorsan, bu oldukça karışık bir bilmece..."
"İyi ama sen Tanrı'sın, bir çözüm bulursun!" der küçük Ruh.
"Düşündüm ve buldum..." der Tanrı bir süre sonra. "Kendini ışıkların içinde bir Işık olarak fark etmen imkansız olduğuna göre, seni olmadığın bir şeyle kuşatacağız ve bunun adını karanlık koyacağız. Seni, senin tam zıttın olan bir şeyle sararak ne kadar parlak bir Işık olduğunu deneyimlemeni sağlayacağız."
Küçük Ruh; "Tamam, ben karanlığı getirmeye razıyım, böylece Işık olabileceğim!" der.
Tanrı; "Bunu senin için istedim. Seni karanlıkla kuşatacağım ama kendini kuşatılmış bulduğun an yumruğunu kaldırıp göklere küfretme, sadece karanlığı aydınlatan bir Işık ol ki dokunduğun yaşamların hepsi de senin ne olduğunu bilebilsinler. İnsanların önünde öyle parlamalısın ki, onlar da kendi ışıklarının yansımalarını görebilsinler!" der.
"Bunu, sahip olduğun ilahi vehçelerin herhangi biri ile yapabilirsin. Şimdi yaşam formu içinde iken ''Ruh Amacı'' olarak seçtiğin ve yaşamlar boyunca seçmeye devam edeceğin veçhelerimden birini dikkatlice seç. İyi ve akıllı bir seçim yap..."
Küçük Ruh büyük bir heyecanla; "Yani önümdeki yaşam için Mutluluk, Neşe, Akıl, Barış, Sevgi yada başka bir şey olabilir miyim?" diye sorar.
"Haklısın" der Tanrı. "Seçtim!" diye bağırır küçük Ruh, ''Bağışlamayı deneyimlemek istiyorum!"
Tanrı; "Evet, bu senin için büyük bir gün. Bağışlama olmayı seçtin ve olacaksın. Yalnız bir sorun var, ortada bağışlanacak kimse yok!"
"Hiç kimse yok mu?" der küçük Ruh.
"Etrafına bir bak. Senden daha az mükemmel, daha az parlak kimse görüyor musun?" der Tanrı.
Küçük Ruh döner ve evrenin dört bir yanından olan biteni seyretmeye gelen diğer ruhlara bakar. Tek görebildiği, hepsinin de en az kendi kadar mükemmel, parlak ve büyük olduğudur...
"O zaman ben kimi bağışlayacağım? Benden daha az mükemmel bir varlık yoksa ortada, ben mükemmelliği nasıl deneyimleyeceğim? diye sorar. Tam o sırada bir ruh kalabalığın önüne çıkar dostça; "Üzülme, beni bağışlayabilirsin..." der.
Küçük Ruh; "Sen kimsin?" der.
Dost Ruh; "Ben kalabalığın içinden herhangi biriyim, sadece bir adım öne çıkmayı seçtim. Sana önündeki yaşam süreci içinde bağışlanacak birisini temin edeceğim, sana öyle bir şey yapacağım ki, sen de bağışlamayı deneyimleyeceksin..."
"Ne? Ne yapacaksın? Nasıl yapacaksın?" diye sorar küçük Ruh heyecan içinde. "Neden bunu yapacaksın? Sen de en az benim olduğum gibi tam bir güzelliksin, ışığın parlak kişiliğinin simgesi olarak parıldarken neden böyle bir şey yapasın ki? Titreşimlerinin hızı sana öyle bir parlaklık kazandırıyor ki, gözlerimi kamaştırıyorsun! Bu titreşim düzeyini yavaşlatmak istemeni anlayamıyorum. Böyle korkunç bir şeyi yaparak kendini niye ağırlaştırasın ki?"
"Çünkü..." der Dost Ruh; "Bunu yapacağım, çünkü seni seviyorum. Öyle şaşırmış bakma bana... Hatırlamıyor musun, sen de benim için aynısını yapmıştın. Bu kadar çabuk mu unuttun? Hatırlasana, seninle her şey olduk. Yukarısına da çıktık, aşağısına da indik, soluna sağına, öncesine ve sonrasına gittik. Her şeyin iyi ve kötü yanları olduk. Her ikimiz de bir diğerimiz için bir diğer yanı oluşturduk. Mutlaka hatırlarsın sen benim katilim, ben de senin katilin olmadık mı? Evet, bir noktada haklısın... Titreşimimi senin tanımladığın şekilde düşürmek hiç de kolay olmayacak, ama olsun! Ben de senden bir başka yaşam süreci için benzer bir şey isterim... yeter ki sen, Bağışlama olabil!''
"Ne istersen yaparım!" der Küçük Ruh... "Kendimin ne olduğunu deneyimlemek için ne gerekirse yaparım. Söyle, karşılığında ne istiyorsun?"
Dost Ruh şöyle der... "Sana vursam da, yüzüne tükürsem de, sana olabilecek en büyük kötülüğü yapsam da, aynı anda gerçekten kim olduğumu anımsa. Eğer beni şimdi olduğu gibi unutursan, ben de kendimi hatırlayamam. Daha da kötüsü, sen de kim olduğunu unutursan, bize bunu hatırlatacak bir üçüncüye ihtiyaç duyarız..."
Evet, hikaye bu kadar ama buraya kadar geldiğinize göre siz de kim olduğunuzu hatırlama yolundasınız.
Siz hangi veçheyi ya da hangi veçheleri deneyimlemek için bu yaşamı yaşıyorsunuz?
Bunun için size yardım eden varlıkları fark ediyor musunuz?
Neale Donald Walsh


Gülmek;

"Saf" denme riskini göze almaktır.
Ağlamak ise; "Duygusal" görünme riskini.
Birine yakınlaşmak; "Kendini kaptırma" riskini,
Duygularını açmak; "Kendini ortaya koyma" riskini,
Hayalleri ve düşünceleri sergilemek ise;
"Onları başkalarına kaptırma" riskini göze almaktır.
Sevmek; "Karşılık görememe" riskini...
Yaşamak ise; "Ölme" riskini göze almaktır.
Umutlanmak; "Hayal kırıklığına uğrama" riskini
Çabalamak ise; "Başarısız olma" riskini göze almaktır...
Ama riskler yaşanmalıdır.
Çünkü hayatımızın en büyük riski, hiç risk almamaktır.
Hiç risk almayan kişi, belki acı ve üzüntülerden korunabilir;
Ama Büyüyemez, Sevemez, Değişemez, Hissedemez, Öğrenemez.
Garanti arayışlarıyla zincirlenmiş bir köle olarak yaşarken,
Bedelini; özgürlüğünü kaybederek öder.
Sadece; riski göze alabilen kişi hürdür...
Leo Buscaglia


İLAHİ MAHKEME


Bir adam ölmüş ve öbür dünyada yargılanmak üzere sırasını bekliyormuş. Sıra kendisine gelip mahkeme salonuna girdiğinde bir de ne görsün?
Yargıç kürsüsünde bir insan oturuyor!

Tanık sandalyesinde ise Tanrı yerini almış. Adam şaşkın...
“Aman Tanrım, bu nasıl oluyor? Beni senin yargılayacağını sanmıştım. Oysa orada hakim olarak bir insan oturuyor!”

Tanrı gülümsemiş...
“Ben hiçbir zaman sizi yargılamadım. Sonsuz sevgimle, ne yapmayı seçtiyseniz, sizi seçiminizde özgür bıraktım. Bana yargılamak değil, sevmek yakışır. Çünkü ben saf sevgiyim. Sizi kendimden yarattığım için sizi yargılamak kendimi yargılamak olur. Ayrıca benim yargılamama ne gerek var ki? Her şeyi bilen ben sadece burada tanıklık ediyorum. Dünyada olduğu gibi burada da insanlar tarafından yargılanıyorsunuz. Birazdan salonu hayattayken, senin zarar verdiğin, hoşgörülü davranmadığın, yargıladığın, kalplerini kırdığın insanlar dolduracak. Onlara kendini affettirmeye çalış. Onlar seni affederse ne ala. Çünkü cennetin yolu onların affından geçiyor...” demiş.

Adam merakla sormuş...
“Peki ya affetmezlerse ne olacak?

”Tanrı yine sevgiyle gülümsemiş...
“Ben cenneti de, cehennemi de yeryüzünde yarattım. Seni tekrar yeryüzüne göndereceğim. Orada öyle bir yaşam süreceksin ki, tüm yaptığın kötülükler, verdiğin zararlar sana aynen yaşatılacak. Yani ettiğini bulacaksın. Ama bunun amacı sana ceza vermek değil. Sadece o insanların hissettiklerini bizzat yaşayıp anlaman, yaptığın kötülüklerin bilincine varman. İşte o zaman sen kendini affetmiş olacaksın...”

Adam bir süre düşünmüş...
“Peki, cennet nasıl bir yer?” diye sormuş Tanrı’ya.

“Cennet, bir yer değil, bir bilinç düzeyidir evladım. Dünyada mutlu, huzur ve sevgi dolu, insanlara destek olmaktan haz duyan, yarattığım canlı ve cansız her varlığa saygı göstermeyi bilen insanlar var ya, işte onlar, dünyada cenneti yeniden yaratmaları için geri gönderdiğim cennetliklerdir. Cennet de dünyadan başka yerde değil...” demiş Tanrı.

“Ama kutsal kitap bana öyle öğretmedi!” diye karşı çıkmış adam.

“Kutsal olan tek şey yaşamdır. Ben o kitapları kutsal kılmadım. Siz kıldınız. Her şeye sevgi ile bakmasını bilerek yaşayan insan, en büyük ibadeti yapandır...” demiş Tanrı.

“Peki dünyaya döndüğümde doğru yolu görmemde yardımcı olacak mısın?” diye sormuş adam.

“Ben bunun için siz insanların içine “vicdan” denen bir pusula koydum. Eğer bu pusulanın etrafına ördüğünüz kalın bencillik duvarlarını yıkarsanız, vicdanınızın yani benim sesimi kolaylıkla işitebilirsiniz...”

“Peki biz insanlara ne kadar yakında bulunuyorsun?” diye sormuş adam... “Hem size şah damarınızdan daha yakınım, hem de düşman olduğunuz kadar sizden uzağım.” demiş Tanrı. “Çünkü düşmanlarınız da Ben’im. Siz de Ben’im!”

"Yani mahkeme salonunda insanlara hiç mi hesap sormuyorsun Tanrı’m?” diye sormuş adam.

“Sadece iki sorum oluyor tüm insanlara.” diye gülmüş Tanrı...
“Dünya okulunda ne kadar sevmeyi öğrendiniz? Ne kadar bilgi kazandınız?”

Yazarı Bilinmiyor

Güzellik Nedir?


Hep şöyle denir:
"Önemli olan dış güzellik değil, iç güzelliktir..."
Halbuki dünyada bundan daha yanlış bir cümle yoktur...
Gerçekte böyle olsaydı, çiçekler arıların dikkatini çekmek için neden onca çaba göstersinler ki...?
Ya yağmur damlaları güneşle buluşunca, niçin gökkuşağına dönüşür ki...?
Doğa güzel olmayı arzuladığı için elbet...
Bu arzuyu tatmin etmenin yoluysa, başkalarını güzelliğine hayran bırakmaktır...

Dış güzellik iç güzelliğin görünen kısmıdır...
Her insanın gözlerindeki parıltıda kendini belli eder...

Kişinin hırpani kılıklı olması, şık kabul ettiğimiz şablonlara uymaması ve yakınındakileri etkileme kaygısı taşımaması önemli değil...
Gözler ruhun aynasıdır ve esrarengiz gibi görünen her şeyi dışarı yansıtır...
Ancak gözler ışıldamaktan başka bir özellik daha taşırlar...
Ayna vazifesi görürler...
Kendilerine hayranlıkla bakanların görüntüsünü yansıtırlar...
Bakan kişi ruhu karanlık olduğu takdirde, baktığı gözde de kendi çirkinliğini görecek...
Çünkü gözler de tıpkı aynalar gibi, bize kendi yüzümüzü yansıtır...
Güzellik yaratılan her şeyde mevcuttur...
Fakat bir tehlike söz konusudur...
İnsanlar İlahi Güç’ten uzaklaşmış olduğundan başkasının yargısını kolayca kabul ederler...
Başkaları görmeyi başaramıyor veya istemiyor diye inkar ederiz kendi güzelliğimizi...
Kimliğimizi benimsemek yerine etrafımızda gördüklerimizi taklit etmeye uğraşırız...
Herkesin "Ne hoşsun!" dediği kişiler gibi olmaya çalışırız...
Bunu yaptığımızda ruhumuz yavaş yavaş körelir, arzumuz azalır, dünyaya güzellik katma olasılığımız ortadan kalkar...
Yaşadığımız dünya ile hayallerimizin dünyasının aynı olduğunu unuturuz...

Ay gibi ışıldamayı bırakırız...
Ay ışığını yansıtan bir su birikintisiden farksız bir hale geliriz...
Ertesi gün güneş bu birikintiyi buharlaştırır...
Geriye hiçbir şey kalmaz...
Bütün bu buharlaşma, bir gün birisi “Çirkin bir adamsın!” dediğinde veya öteki "Şu çok güzel bir kız!" dediğinde meydana gelir...
Sadece üç sözcükle, bütün güvenimizi yerle bir ederler...
Böylece çirkinleşiriz... Aksileşiriz...

Şu anda "Bilgelik" denen yaşamın gizemine saygı göstermek yerine, dünyayı tanımlamayı amaçlayan kişilerin paketleyip sunduğu fikir yığınağında huzur bulmaktayız...
Davranış şablonu yaratma amacındaki kurallar, normlar ve nizamlardan oluşan gereksiz bir yığın bu...
Bu sahte bilgelik bizlere şöyle der adeta:
"Güzelliği dert etme, çünkü güzellik yüzeysel ve kısa ömürlüdür..."
Oysa bu hiç doğru değildir...
Kuşlardan dağlara, çiçeklerden ırmaklara, güneşin altında yaratılmış her varlık, yaradılışın mucizesini yansıtır...

Şeytana uymaz ve başkalarının bizim kim olduğumuzu tanımlamalarına izin vermezsek, ruhumuzdaki güneşin her geçen gün daha güçlü ışıldamasını sağlarız...
Sevgi, ruhun yanından geçerken şöyle der:
"Senin orada olduğunu daha önce hiç fark etmemiştim..."
Ruhumuz ise şöyle karşılık verir:
"Demek ki daha dikkatli bakman gerekiyormuş, çünkü ben buradayım...
Esen rüzgarın, gözlerini örten toz tabakasını süpürmesi gerekiyormuş...
Artık bir kez gördüğüne göre, bir daha terketmeyeceksin beni...
Ne de olsa herkes güzelliğe bayılır.."

Güzellik birbirinin aynı varlıklara değil, birbirinden farklı olanlara mahsustur...
Upuzun bir boyna sahip olmayan bir zürafa veya dikensiz bir kaktüs düşünülemez...
Çevremizdeki dağları böylesine yüce kılan, tepelerinin birbirinden farklı yükseklikte olmasıdır...
Eğer bütün tepeleri insan eliyle aynı boya getirseydik, dağlar böylesine heybetli görünmezdi...
Hayatta en şaşırtıcı ve çekici bulduğumuz şeyler, gözümüze kusursuz görünenlerdir...
Bir sedir ağacına baktığımızda bütün dalların aynı boyda olması gerektiğini düşünmeyiz...
"Ne koca bir ağaç!" diye düşünürüz...
Bir yılan gördüğümüzde asla "Ben başım dik yürürken o yerlerde sürünüyor!" diye düşünmeyiz...
"Küçük bir hayvan olsa da derisi rengarenk, zarifçe kıvrılarak ilerliyor ve benden daha güçlü!" diye düşünürüz...

Çölleri aşarak bizi istediğimiz yere götüren bir deve için asla "Kambur hayvanın teki! Dişleri de yamuk!" demeyiz...
"Bana sadakatle hizmet ettiği için sevilmeyi hak ediyor! O olmasaydı dünyayı asla tanıyamazdım!" diye düşünürüz...
Gökyüzü düzensiz bulutlarla kaplı olduğunda günbatımları daima daha güzel görünür, çünkü gökyüzünün şairlere ve rüyalara ilham kaynağı olan renkleri ancak bu şekilde yansıtabilir...
"Sevgi kapımı çalmadığına göre güzel değilim..." diye düşünenlere yazıktır!
Sevgi kapılarını çalmış olsa da kendilerini “Sevgi”ye hazır hissetmedikleri için kapılarını açamamış, buyur edememişlerdir...
Aslında hazır oldukları halde, süslenmeye çalışmışlardır...
Sevgi’nin en büyük arzusu, özgünlüktür...
Oysa onlar başkalarını taklit etmeye çalışmışlardır...
Dışardan gelen şeyleri yansıtmaya çalışırken, içlerinden gelmekte olan kuvvetli "IŞIK"ı unutmuşlardır...

PAULO COELHO
Akra'da Bulunan El Yazması

YAŞADIĞINIZ SÜRECE BU DÜNYADA MUTLU OLMANIZI BUYURUYORUM!

Bir zamanlar billur gibi bir ırmağın dibinde bir köy dolusu yaratık yaşardı. Irmağın akıntısı hepsinin üzerinden sessizce geçerdi; gencinin, yaşlısının, zengininin, yoksulunun, iyisinin, kötüsünün üzerinden kendi yoluna giderdi, yalnızca kendi billur saflığını bilirdi.
Her yaratık kendisine göre bir yöntemle ırmak dibindeki dallara ve kayalara sıkıca tutunmuştu; çünkü yaşama biçimleriydi tutunmak ve doğduklarından beri bildikleri tek şey akıntıya karşı durmaktı.
Yeryüzünün üzerine, Indiana’nın kutsal topraklarında doğup, Fort Wayne’in doğusundaki gizemli tepelerde yetişmiş bir Usta gelmişti.
Usta bu dünyayı, Indiana’nın devlet okullarında ve büyüdükten sonra meslek edindiği otomobil tamirciliğinde öğrendi.
Ancak Usta, diğer yaşadıklarından, diğer yerlerin diğer okullarından da bir şeyler öğrenmişti. O bunları anımsadı ve anımsadığı için de bilge ve güçlü oldu.
Usta, kendisine ve tüm insanlığa yardım edecek güce sahip olduğuna inanıyordu ve böyle inandığı için de onun için öyleydi. Onun bu gücünü gören diğerleri, dertlerinden ve bir çok hastalıklarından kurtulmak için ona geldiler.
Usta, her insanın kendini Tanrı’nın çocuğu gibi görmeye hakkı olduğuna inanıyordu; inandığı için de öyleydi. Çalıştığı dükkan ve tamirhaneler onun ögrettiklerini ve dokunuşunu arayanlarla dolup taştı; dışarıda sokakta kalanlar da, geçerken gölgesi üzerlerine düşüp yaşamlarını değiştirir umuduyla bekliyorlardı.
Kalabalık nedeniyle bazı ustabaşları ve dükkan sahipleri karara vardılar ve Ustaya aletlerini bıraktırıp yol verdiler; çünkü o denli kalabalık olmuştu ki, ne kendisi, ne de diğer tamirciler ve otomobiller için yer kalmamıştı.
Böylece kırlara çıktı ve kendisini izleyenler ona Mesih, mucizeler yaratan, demeye başladılar ve öyle inandıkları icin de öyleydi.
O konuşurken bir fırtına çıktığında dinleyenlerin başına tek bir yağmur damlası düşmezdi; kalabalığın en sonuncu kişisi de, ilki kadar rahat işitirdi sözlerini, ister şimşek çaksın tepelerinde, ister yıldırım düşsün. Her zaman mesellerle konuşurdu onlara.
Ve onlara şöyle dedi, ‘’Her birimizin içinde bizi hem sağlığa hem hastalığa, hem zenginliğe hem yoksulluğa, hem özgürlüğe hem köleliğe yöneltecek güç eşit olarak vardır. Bunları denetleyen biziz, başka hiçbir şey değil...’’
Bir değirmenci şöyle konuştu: ‘’Böyle söylemek senin icin kolay Usta, seni yönlendirenler var, bizi ise yok ve senin bizim kadar zahmet çekmen gerekmiyor. Bir adam bu dünyada yaşamak için çalışmak zorunda...’’
Usta şöyle yanıtladı: ‘’Bir zamanlar billur gibi bir ırmağın dibinde bir köy dolusu yaratık yaşardı. Irmağın akıntısı hepsinin üzerinden sessizce geçerdi; gencinin, yaşlısının, zengininin, yoksulunun, iyisinin, kötüsünün üzerinden kendi yoluna giderdi, yalnızca kendi billur saflığını bilirdi.
Her yaratık kendisine göre bir yöntemle ırmak dibindeki dallara ve kayalara sıkıca tutunmuştu; çünkü yaşama biçimleriydi tutunmak ve doğduklarından beri bildikleri tek şey akıntıya karşı durmaktı...’’
Fakat bir yaratık sonunda şöyle dedi: ‘’Tutunmaktan yoruldum. Gözlerimle göremememe rağmen, akıntıya güveniyorum, bence o nereye gittiğinin farkında. Şimdi kendimi bırakacağım ve beni gittiği yere götürmesine izin vereceğim. Tutunmaya devam edersem, sıkıntıdan öleceğim!’’
Diğer yaratıklar gülerek şöyle dediler: ‘’Ahmak! Kendini bıraktığın anda, o taptığın akıntı seni kayalara vurup parçalar. Böylece sıkıntıdan daha çabuk ölürsün!’’
Ama o diğerlerini dinlemedi ve derin bir soluk alarak kendini bıraktı. Anında akıntı onu sürükleyip kayalara fırlattı.
Ancak yaratık yeniden tutunmayı reddedince, zaman içinde akıntı onu dipten havalandırdı, bu kez yara bere almamıştı.
Irmağın daha asağılarında yaşayan yabancı yaratıklar bağırıştılar: ‘’Mucizeye bakın! Bu yaratık bize benzemesine rağmen uçuyor! Bizi kurtarmaya gelen Mesihe bakın!’’
Akıntıyla sürüklenen yaratık şöyle dedi: ‘’Ben sizden daha fazla Mesih değilim. Irmak bizi özgürce havalandırmaya dünden razı, yeter ki biz bunu göze alalım. Gerçek görevimiz bu yolculuk, bu serüven...’’
Ama onlar kayalara sıkıca tutunmaya devam ederek daha da güçlü bir sesle ‘’Kurtarıcı!’’ diye bağırmayı sürdürdüler. Sonra bir baktılar, tutunmayan varlık akıp gitmiş! Bu sefer de bu Kurtarıcı üzerine efsaneler kurgulayarak, kendi başlarına kaldılar.
Usta kalabalığın kendisini gün be gün daha cok boğduğunu, öncesinden daha cok sıkıştırdığını, ezdiğini ve vahşileştiğini gördüğünde, kendilerini hiç ara vermeden iyileştirmesini, sürekli mucizeleriyle kendilerini beslemesini, onlar için yeni şeyler öğrenmesini ve onların yaşamlarını yaşamasını istediklerini anlayınca, bir gün tek başına bir tepenin üstüne çıkıp dua etti.
Ve yüreğinde şöyle seslendi: ‘’Sonsuz Kapsayıcı Olan, eğer bu senin isteğinse, çek bu kadehi önümden ve bırak da bu imkansız görevi bir kenara iteyim. Bir ruhun yaşamını daha yaşayamam, halihazırda on bini bana yaşam için haykırırken bütün bunların meydana gelmesine izin verdiğim için özür dilerim. Eğer bu senin isteğinse, bırak beni motorlarıma, aletlerime döneyim ve izin ver, diğer insanlar gibi yaşayayım...’’
Ve bir ses yanıt verdi ona tepenin üstünde, bir ses ki, ne erkek ne dişi, ne sert ne yumuşak, sonsuz şefkatli bir ses. Ve ses ona şöyle dedi: ‘’Benim isteğim değil, senin isteğin olmalı. Senin isteğin, benim senin için istediğimdir. Kendi yoluna git, diğer insanlar gibi ve mutlu ol yeryüzünde.
Usta bunları duyduğuna çok memnun olmuştu. Teşekkür edip, basit bir tamirci şarkısı mırıldanarak tepeden aşağı indi. Kalabalık dertleriyle üzerine yüklenip, kendilerini iyileştirmesini, kendileri için öğrenmesini, bilgeliğiyle hiç durmadan kendilerini beslemesini ve yaptığı harikalarla kendilerini eğlendirmesini talep ettiğinde, topluluğa gülümsedi ve tatlı bir ifadeyle şöyle dedi: "İstifa ediyorum..."
Kalabalık bir an için şaşkınlıktan donakaldı.
Onlara şöyle dedi: "Eğer bir adam Tanrı’ya en çok, acı çeken dünyaya yardım etmek istediğini ve bunun kendisine neye mal olacağına hiç aldırmadığını söylerse ve Tanrı da ona yanıt verip ne yapması gerektiğini söylerse, adam kendisine söyleneni yapmalı mıdır?"
"Tabii, ey Ustamız!" diye bağırdı çoğu. Eğer Tanrı istemişse, cehennemin tüm işkenceleriyle karşı karşıya kalmak bile onun için bir zevk olmalıdır!
O işkenceler ne olsa da, görev ne kadar güç olsa da mı?
"Tanrının isteği buysa, asılmak onur, bir ağaca çivilenip yakılmak da zaferdir!" dediler.
"Pekala, siz olsaydınız ne yapardınız?" diye sordu Usta kalabalığa, eğer Tanrı doğrudan yüzünüze konuşup, "YAŞADIĞINIZ SÜRECE BÜ DÜNYADA MUTLU OLMANIZI BUYURUYORUM!" deseydi, o zaman ne yapardınız?
Kalabalık susmuştu. Durdukları tepelerin, vadilerin hiçbir köşe bucağında tek bir ses, tek bir çıt duyulmuyordu.
Ve Usta sessizliğe şöyle seslendi: "Mutluluk yolumuzda, bu yaşam sürecinde seçtiğimiz şeyleri öğreniriz. Bugün ben de yeni bir şey öğrendim ve sizi kendi yolunuzda istediğiniz gibi yürümeniz için yalnız bırakmayı seçiyorum..."
Ve Usta kalabalığın arasından geçip gitti ve onları kendi başlarına bıraktı. İnsanların ve makinelerin gündelik yaşantısına geri döndü...
Richard Bach
Mavi Tüy Kitabından


Karakteristik Özellikleriyle Haftanın 7 Günü

Enerjinizi arttırmanız,kendinizi daha iyi hissetmeniz için…



Sabahları yataktan zor kalkıp günü gözlerinizi ovuştura ovuştura geçiriyorsanız enerji seviyenizi
yükseltmeniz gerek.Aksi halde bu bitkinlik beslenme düzeninizi de bozabilir,ardından birçok psikolojik ve fizyolojik hastalıklar…Enerjinizi arttırmak ve dengeli kullanmak,dolayısıyla kendinizi daha
iyi hissetmek istiyorsanız sizin için haftanın 7 gününü karakteristik özellikleriyle tek tek ele aldık:

Pazartesi: Haftaya B vitamini ihtiva eden gıdalar yiyerek başlayın.Sebebi,B vitaminlerinin enerji için gerekli olmasıdır.Ton balığı,somon,kılıçbalığı,tavuk, fasulye,mısır,arpa ve esmer buğday gibi kepekli gıdalar B vitaminleri açısından zengindir.
Özellikleri:En stresli gündür.Kritik görüşmeler,işler için uygun olmayabilir.Verimlilik düşüktür;uyuşukluk, durgunluk ve halsizlik görülür.Tartışma çıkarmadan,insanları üzmeden salıya çıkmaya bakılmalıdır.

Salı:Enerji seviyesi için diğer önemli şey de uykudur.Bu yüzden akşam yemeğinde patates,makarna,pilav ya da ekmek gibi gıdalar tüketin. Bunlar nişasta ihtiva ettiğinden vücutta açığa çıkmaları daha yavaş olur, uykuya dalmanıza yardım eder. Ayrıca her gün aynı saatte yatıp kalkmaya çalışın. Bu,vücudunuza enerji vererek bedeninizi ritme sokar.
Özellikleri: Satın almak için değil ama pazarlığı başlatmak, işleri organize etmek için iyi bir gündür. Karar verme günü diye de bilinir,fakat uygulama için çarşambayı beklemek gerekir. Dikkat! Salıyı iyi yöneten haftayı başarıyla geçirecek demektir.

Çarşamba:Öğlenleri evden ya da işten çıkıp kısa bir yürüyüş yapmayı alışkanlık haline getirin.Gün ışığı,enerji seviyelerini kontrol eden hormonlar üzerinde doğrudan etkiye sahiptir.Günün çoğunu kapalı mekanlarda geçiriyorsunuz, fazla gün ışığı görmüyorsunuz demektir.Bu da kendinizi tükenmiş hissetmenize yol açar.
Özellikleri:Bir adım,uyarı,tavsiye,hareket için düğmeye basılabilecek gündür.Sonuç almakta perşembeyi,cumayı beklemek gerekse bile çarşambanın bereketinden faydalanmak gerekir.Yarı tükenmiş enerji ile haftanın en sabırlı olunan,dikkatli davranılan,yoğun tecrübe yaşanılan günüdür.‟‟İnsanın öğrendikleri 7 güne taksim edilse çarşamba birinci gelir‟‟denmiştir.

Perşembe:Kendimizi tembel,yorgun hissettiğimiz bugünde bir avuç fındık,fıstık,bir kaşık bal gibi yüksek enerji ihtiva eden gıdalar faydalı olur.Ama bunları 20‟den sonra tüketmeyin.
Özellikleri:Haftanın en enerjik,verimli,olumlu sonuç alınan,zihin ve beden rahatlığının yaşandığı günüdür.Çalışanlar özellikle perşembeyi elmas değerinde görmeli,bugünü boş şeylerle israf etmemeliler Perşembe günü tamamlanmayan iş %90 ihtimalle bir daha ki perşembeye kalacak demektir.

Cuma:Bisküvi,kek ve tatlı gibi gıdalardan uzak durun.Bu ürünlerde bulunan bol miktardaki şeker kan şekeri seviyenizin birden zıplamasına sebep olur.Ancak yükseldiği gibi çabuk da düşer.Pankreasınız buna karşılık yüksek dozda insülin salgılar.Bu,kendinizi iyice bitkin hissetmenize yol açar.
Özellikleri:Eskiden cuma gününün tatil ilan edilmesi sadece dini sebeplerden dolayı değildi,bugün haftanın dinlemeyi en çok gerektirecek günüdür.Geçen 4 gün bunu gerekli kılar.Cuma günü iş yapılmaz,yalnızca mahsulat toplanır.Bu sebeple birçok şirket cumayı tahsilat günü sayarlar.


Cumartesi:Günün gıdaları C vitamini,magnezyum,demir ve çinko ağırlıklı olmalı.Bunlar bol
enerji verir.Turunçgiller,biber,patates,brokoli ve kivide bol
miktarda C vitamini bulunur.Yumurtanın sarısı çinko açısından zengindir.Tahıllar ve mercimekse bol miktarda demir
ihtiva eder.Yeşil sebzelerde magnezyum vardır.
Özellikleri:Çalışmak için gerekli motivasyon sağlanırsa
cumartesi verimli geçebilir,aksi halde zihin ve beden kendini
koyuverir.Bugün ertesi haftanın planını yapmak için idealdir.

Pazar:Az uyuyun.Fazla uyku daha yorgun ve uykulu hissettirir.Bu yüzden
kalkın ve hareket yapın,zor gelecektir ama sonunda kendinizi çok enerjik ve
iyi hissedeceksiniz.
Özellikleri:Çoğu kimse bilmez veya inanmaz ama Pazar aslında en zinde,verimli ve uzun gün sayılır.Bugünü evde uyuşuk geçirmek büyük hatadır.
Gelecek 6günü nasıl yaşayacağınız pazarın kalitesine bağlıdır.Dolayısıyla
pazarları zinde,mutlu,dolu dolu geçirmeye bakın.