Booking.com

Dünya sorunları ve affetmeye giden yol







Çoğumuz önem verdiğimiz birçok şeylere sahibiz; görünüm, eğitim, yetenek, tavsiye mektupları, yetki belgeleri, fakat belli alanlarda felç olmuş vaziyetteyiz. Biz nedense korkarız! Bizi engelleyen, açlık ve yoksulluk değil, sibirya'ya sürülmekten de korkmayız, bilincinde olmasak da sadece korkarız. Bir ilişkinin doğru yürümediğinden korkarız, birilerinin bizi beğenmeyeceklerinden korkarız, yenilgiden, korkarız, yaşlanmaktan korkarız, genç yaşta ölmekten korkarız.


Kendimize karşı şefkatli olduğumuzu sanırız, ama değiliz. Kendimizden nefret ederiz, çünkü geçmişe bakarak, şimdiye dek daha iyi bir insan olmamız gerektiğini düşünürüz. Zaman zaman, başka insanların bizim kadar korku duymadıklarını düşünmekle yanılırız, bu da bizi daha çok korkutur. Belki onlar bizim bilmediğimiz şeyleri biliyorlardır, belki bizde bir kromozom eksikliği vardır.


Bugünlerde hemen hemen her şey için annemizi, babamızı suçlamak çok yaygın bir davranış biçimi haline gelmiştir. Bize göre kendi gözümüzdeki değerimizin öylesine düşük olması onların yüzündendir. Eğer onlar farklı olsalardı, biz de kendimize karşı daha sevgi dolu olacaktık. Fakat anne ve babamızın bize nasıl davrandıklarına yakından bakacak olursak, bizi ne kadar horlamış olurlarsa olsunlar, kendimizi hor görmemizle kıyaslandığında, çoğu zaman onlarınki daha hafif kalır. Onlar bize ağır davranmış olabilirler, ama biz kendimize daha ağır davranıyoruz.


Bizim kuşak, bir tür kendinden nefret girdabı içine kaymış ve kaçarak bir kurtuluş yolu aramak içindedir. Belki şu sınav işe yarayacak, belki şu seminer, belki şu ilişki, şu diyet, veya şu proje.. derken çoğu zaman aldığımız "ilaçlar", bizi tedavi edemiyor, zincirler kalınlaşıp, gerginleşiyor. Aynı melodramlar farklı kentlerde, farklı insanlarla devam edip gidiyor.


Uğradığımız ağır baskı, dıştaki bir şey tarafından kaynaklanmıyor, içimizdeki bir şey bizi durduruyor. Yani burada sorun bir şekilde kendimizde olmalı, ama bu soruna nasıl çare bulacağımızı bilemiyoruz, çünkü kendimize hükmedecek kadar güçlü değiliz. Herşeyi baltalayıp, yıkıp geçiyoruz; mesleğimizi, ilişkilerimizi, hatta çocuklarımız bile. İçki içer, uyuşturucu kullanırız, hükmetmeye başlar, zorbalık yaparız, aşırı özveride bulunur, saklanır, kimi zaman başkalarına, hatta kendimize saldırırız. İşlev bozukluğunun biçimi önemli değildir, kendimizden ne kadar nefret ettiğimizi ifade etmenin birçok yollarını buluruz, ama onu mutlaka ifade ederiz.


Duygusal enerji, bir ifade yolu bulmak zorundadır ve kendinden nefret etmek de güçlü bir duygudur. İçe döndürüldüğünde, o kişisel cehennemimiz haline gelir; bağımlılık, saplantılı şüphe, endişe, zorlama, acı verici düşünceler, depresyon, ilişkilerde şiddet ve hastalık gibi. Dışa yansıtıldığında, o bizim ortak cehennemimiz, yani kolektif bilincimiz'dir.

Kolektif bilincimizdeki bilgiler; şiddet, savaş, suç, yargı, baskı, açlık, beslenme, barınma, iş, para, moda, güzellik, kabullenilme, kıyaslama, yaşlılık, hastalık, ölüm iyi ve kötüye bakılmaksızın depolanır ve gitgide büyür. Ama bütün bunlar hep aynı şeylerdir, çünkü cehennemde pek çok kapı vardır.
Öfke, çoğu zaman bir dizi dile getirilmemiş duyguların içimizde birikerek patlamasıdır. Aslında duygularımızı ifade etmek, onları bastırmaktan çok daha kolaydır, ama bunu yapmayı beceremeyiz. Sevdiğimiz ölçüde acıdan kurtulur, sevgiyi inkar ettiğimiz ölçüde acı çekeriz.
Geçmişi ve geleceği düşünmeyi bırakın
Bize tahrik eden bir insanla karşılaştığımızda öfkelenir, birisini affedecek olursak, yaptıklarının onun yanına kâr kalacağını zannederiz. İşte bu yüzden, olumsuz olayları hep zihnimizin bir kenarda tutmak isteriz. Bu bir savunma mekanizmasıdır. "Kendimi korumaya alayım ki, gerektiğinde hatırlayayım, bir daha başıma aynısı gelebilir," diye düşünürüz. İşte tam da bu, egomuzun (nefsimizin) bize bir oyunudur.

Ego, sadece zihnimize değil, aynı zamanda bilinçaltımıza da hükmedebilir. Bu sayede istesek de geçmişi bir türlü unutamayız. Sürekli bilinçaltımızda onu tutmak, bizi bir şekilde garantiye alıyor zannederiz. Oysa bu doğru değildir, kötü anıları tuttukça, onlara duyduğumuz öfke içimizde büyüyerek, daha da tehlikeli bir hal alır. Bu kez "tek bir kıvılcım büyük bir alev için yeterli" misali, hemen öfkelenen birisi oluruz. Bunu, lüzumlu lüzumsuz herkese yansıtır, karşımızdaki kişinin egosunu kaşıdığımız ölçüde, onun da bize benzer bir sertlikle cevap vermesine sebep oluruz.

Hayatımıza güzelliklerin girmesini istiyorsak, eski ve kötü olayların duygusal yükünü sırtımızda taşımaktan vazgeçmeliyiz. Bize saldıran birisi karşımıza çıktığında, hemen savaşmak yerine, kendi merkezimizde kararlı ve şefkatli kalabilmemiz çok önemlidir. Bunu yaptığımızda, karşı taraf saldırmak için kışkırtmaya devam etmek istese de, bizden karşılık alamadığında, öfkesi azalır. Belki bir iki deneme daha yapar, ama saldırısı verimli olmadığında, vazgeçmeyi tercih eder. Ya da kendi içine kapanarak, duygusal çalkantıya girer, ama bize bunu belli etmemeye çalışır. Onu kendi haline bırakabilir, ilgimizi başka bir şeye yöneltebiliriz. Hatta onu yaptıklarından dolayı yargılamaktan (saldırısını başkalarına anlatmaktan) sakınır, böylece kendi huzurlu ortamımızı muhafaza etmiş oluruz.


Zaman Yasası, yalnız "şimdi"nin var olmasıyla ilgilidir. Geçmiş ve gelecek, bizleri "şimdi"nin ve "burada"nın farkındalığından uzaklaştırmak için dizayn edilmiştir. Geçmişi, ona tutunarak yargılarsın ve yargılamak demek inkar etmek demektir. Geçmişte inkar ettiğin ne varsa, gelecekte de başına onlar gelecektir. Yani geleceğin de aynı geçmişin gibi olacaktır. İnkar ettiğin ve direndiğin şeyleri de korumuş olacaksın. Geçmişin gitmesine izin vermek demek, geçmişi inkâr etmek demek değildir, geçmişi kabullenmek demektir. Geçmişi kabullenmeye direnmek, seni "şimdi"nin ve "burada"nın armağanlarından uzaklaştırır.


İstediğini seçmekte özgürsün, fakat seçiminin sonuçlarını istediğin gibi yaşamakta özgür değilsin.


Geçmişten kalan acılara yapışıp kalmaktan nasıl vazgeçilir?
İnsanların nefret ettikleri şeyleri sırtlarında taşıma ve bu duyguların devamlılığını sağlama gibi alışkanlıkları vardır. Yaralarına sürekli parmak basarlar, çünkü onların hayatları geçmişe bağlıdır. Ancak şimdi'de yaşamaya başlamadıkları sürece, ne affetmeyi, ne de unutmayı başarabilirler.


Farkındalık geçmiş ve gelecekte barınamaz, o tek bir zamana ihtiyaç duyar, o da şimdi'dir. Farkında olarak, şimdinin tadını çıkartmaya başladıkça, şimdinin içinde olmanın saadetini hissetmeye başladıkça, sürekli geçmişte takılıp kalınan acılar, artık kendiliğinden bırakılır. Geçmiş mevcut değilse, gelecek de yok olur, çünkü gelecek, yalnız geçmişin bir yansımasıdır. Geçmiş ve gelecekten özgür olmak, derin bir iyi olma hali ortaya çıkarır, bu iyi olma hali dönüşümün başlangıcıdır.


Her daim şimdide yaşamak, farkında olmak, tetikte olmak, sorunlarımızın üstesinden gelebilmemiz için bize fazlasıyla yeterli olacaktır. Ancak şimdiye odaklanamıyorsak, bağışlayıcılık bu anlamda cehennemden tek çıkış yolumuzdur. Huzurlu bir yaşam istiyorsak, hayatımızın sahnesinde rol almış kişileri affetmemiz, bizi geçmişin, günümüz üzerindeki yıpratıcı etkisinden kurtaracaktır. Yıllardan beri içimizde taşıdığımız öfkeleri boşaltmamız, geleceğe daha umutlu bakmamızı sağlar.
Suçluyu hep dışarıda aradık

Biz diğer insanları kendimizden ayrı görür, onların yaptıkları olumlu veya olumsuz şeylerin bizi etkileyemeyeceğini düşünürüz. Bu nedenle, kendi tutumumuzun da onlar üzerinde hiçbir etkisi olmadığını ve onların yardım çığlıklarının da bizim ile hiçbir ilgisi olmadığını düşünürüz. Ayrıca, onlar kötü bir iş yaptıklarında, bunun sonucuna da yalnız kendileri katlanır ve biz onları "suçlarından" dolayı yargılarken, kendimizi bu yargı dairesi dışında görür ve huzur içinde yaşamımızı sürdürebileceğimizi düşünürüz.

İyiliği hak'etmeyen birisine karşı bir şekilde merhamet eder de, onu affedecek olursak, bunu empati duyduğumuzdan değil, kendimizi daha değerli ve daha yüksek düzeyde olduğumuzu vurgulamak istediğimizden yaparız. Böylece bazı durumlarda af uygulasak da, çoğu zaman af etmekten vazgeçeriz. Olsa olsa sempatik bir hayırseverlik ruh hali ile yapar, ancak temelde son derece mantıksız olduğunu düşünürüz. Bu nedenle birisini affetmeyi rededersek, bunun adil olduğunu kabul eder ve birisini af etmediğimizden dolayı da acı çekmeyi kabul etmeyiz. Bu zihniyet ile gerçek af'fın ne demek olduğunu bir türlü anlayamayız, bu algılama şekli ile de af, bizi zaten gerçek huzura kavuşturamaz.

Doğduğumuzda hepimiz makrokozmik bütünden ayrı olmadığımızın bilincindeydik. Hatta ilk zamanlar evrensel dille iletişim kurardık, sonra sosyal öğrenme süreçlerinde bir takım kalıplara sarıldık, kurallarla yoğrulduk. Önce ailemizden ve yakın çevremizden, sonra eğitim sistemi içinde öğretmenlerimizden "normal" olmayı öğrendik.

Tek olmayı, yani "ben" olmayı marifet saydık, yaşam ödevinin "bireysellik aracılığıyla, bütünselliğe doğru gelişme" olduğunu kavrayamadık. Bize öğretilen sözde doğruların- negatif kalıpların esiri olduk. Suçluyu hep dışarıda, içimizden çok uzakta aradık, takındığımız maskeleri kendimiz sandık. Tanrı, toprak, deniz, hava, güneş, bitki, hayvan alemi, kısaca her şey bizden ayrı kalmaya yüz tuttu. Ben’lerimizi ünvanlarla, olanaklarla, mal-mülkle süsledik. Paranın, başarının, gücün peşine düştük. Sonra bir de baktık ki, geride kocaman bir boşluk oluşmuş.
Hepimiz görünmez iplerle birbirimize bağlıyız
Hepimiz farklı bedenler içinde, aynı özü taşıyan, bir bütünün parçalarıyız. Karşımıza ne koşulda, ne kılıkta, ne rolde gelirse gelsin, hepimizin özde aynı olduğumuzu kabul edince, içimizdeki isyan birden küllenir. O zaman yargıladığımızın, suçladığımızın, aşağıladığımız veya küçümsediğimizin, hatta gözümüzde büyütüp, kutsallaştırdıklarımızın, sıradan aynalarımız olduğunu fark ederiz. Kendi bilincimize vardığımız an, hem çocuk, hem yetişkin, hem masum, hem suçlu olduğumuzu, hem de aziz olduğumuzu fark ederiz.
"Kainat tek vücut, tek varlıktır. Herkes ve herşey görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma, bir başkasının da, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki, dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir".(Şems-i Tebrizi)

İnsan ruhu, kusursuz ve dengeli şekilde makrokosmosun ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat insan şu anda, geçmişte ve gelecekte evrenle her zaman bir olduğunu ve makrokozmik kökenini geçici olarak unutmuştur.
Biz kendi yaşamımıza, mikroskopun sınırlı görüş alanıyla bakar, görüş alanımızın hemen ötesinde bulunan birleştirici, uyum sağlayıcı makrokozmik gerçekleri tamamen göz ardı ederiz. At gözlüklerimizi, alışık olduklarımızın dışındaki herşeye karşı dar tutarız. Sonuçta evrenle olan ilişkimizin makrokozmik gerçegini görmek yerine, son derece kısıtlı olan, ama bize rahat gelen mikroskopik parçaları ile yetiniriz.

Her etki, eşit güçte karşıt bir tepki doğurur. Bir başkasına zarar verdiğimizde, sonuçta kendimize zarar vermiş oluruz. Bir başkasına verdiğimiz şeyleri, aynızamanda kendimize de verdiğimizi anlarsak, affetmenin ne olduğunu işte o zaman anlamaya başlarız.

Her şey, her şeyle bağlantılıdır ve herkes herkesin parçasıdır. Birine acı çektirdiğinde, kendine de çektirmiş olursun. Senin dışında hiçbir şey ve hiçkimse yok ve herkes senin bir parçandır. Bu, ruh'un yasasıdır.

Ayrılığa dair her inanç, yaşamında günah ve suçun sonuçlarına birer davetiyedir. Birliğe olan inanç ise, sana huzur, neşe ve sevgiyi getirecektir.

İnsanların birbirlerine hükmetme arayışı bitmediği sürece, kendilerini de birbirleriyle "bir" hissedemezler. Dolayısıyla Tanrı ile de. Bu yasa, Birlik yasası'na dayalıdır. Herkes, diğerlerini yargılamadan istediğini yapmakta özgürdür. İstediğini yapmakta özgür olmak istiyorsan, herkese aynı özgürlüğü vermelisin.

Diğerlerini yargılayanlar kendilerini ve dolaylı olarak Tanrı'yı da yargılamış olurlar. Tanrı'nın kulları eşittir ve herkes yargılamadan, istediğini yaşamakta özgürdür. Sen kendini Tanrı'dan ve gördüğün her şeyden ayrı hissetmekte özgürsün, fakat bu seçiminin sonucunu istediğin gibi yaşamakta özgür değilsin.
alıntıdır

Dağınıklığınızı Temizlemek


Ne kadar zaman önce dolaplarınızı temizlediniz? Çoğumuz elbiselerle dolu dolaplarımızın ya da hayatımızda var olan gereçlerin yaşamımızın bir parçası olduğunu unuturuz. Ve pek çoğunu aldıktan sonra unuturuz. Diğerinin yerine bir şey aldığımızda dolaplarımızda yer kalmaz. Ekleriz ama eklediğimizi eksiltmeyi unuturuz.
Dolaplarımız aklımızın sembolleri olarak kabul edilebilir. Darmadağınık bir dolap dağınık bir zihin anlamına gelebilir. Zihnin dolaplarını boşaltmak için “Zihnimin dolaplarını boşaltıyorum” olumlaması işe yarayabilir. Dolaplardan her şeyi çıkartın ve kendi kendinize sorun, “Bu şey işe yarar mı hâlâ?” ya da “Bunu son altı ayda ya da geçtiğimiz yılda kullandım mı?” “Bu yıpranmış şeyi değiştirmekten korktuğum için mi saklıyorum?”
Yeni bir yer açmak için (yeni giysiler ya da yeni düşünce ve fikirler olsun) eski ve çağ dışı olanları bırakmanız gerekir. Bu, fiziksel şeyler için olduğu kadar zihinsel fikirler için de geçerlidir.
Dolaplarınızı temizlerken neler hissettiğinizi izleyin. Neşeyle ve yaşamınıza yer açmanın beklentisi içinde mi yapıyorsunuz. Yoksa ruhsal sisteminizde “sahip değilim” düşüncesini tutuyor, evrenin bolluk dahil olmak üzere herkes için kullanılabilir olduğuna inanamayarak mı yapıyorsunuz?
Olumlama: Zihnimin dolaplarını boşaltıyorum. Yaşam okyanusu zenginliği cömertçe harcar. Bir şeye ihtiyacım olduğunda sağlanacaktır, biliyorum.
Louise Hay

Olan bitenlere direnç göstermeyiniz

Daha çok para kazanma ve daha çok mülk edinme hırsı, gittikçe daha kolay erişilen haz ve eğlencelere düşkünlük ortamı yaratmış, bireysel tatminsizlikleri körükleyerek, insanları saadet yuvalarından, sokaklara, alışveriş merkezlerine, mağazalara, marketlere sürüklemiştir. Karşılanamayan her istek, hayata karşı biriken memnuniyetsizliği ve bunun beraberinde nankörane kanaatsizliği ortaya çıkarmıştır. Tecrübeler göstermektedir ki, lüksün zaruretine inanarak, sınırların çok geniş tutulması, şahsi ve toplumsal huzursuzluğun katlanarak artmasına sebep olmuştur. İnsanın nefsinden ilham alarak, fıtratının tersine bir hayatı benimsemesi, betonlarla kutuladığı ve zaaflarıyla donattığı dünyasında, sahte mutluluklarla yetinmesi, kişisel gelişimini olumsuz yönde etkilemektedir.

İnsanın ebediyet yolunda en önemli hedefi, bu alemde mevcudiyeti ve kendi varlığını sorgulamak, kendisini tanımaya çalışmak olmalıdır. Bu şekilde yakından tanıdığınız bir insanın da ihtiyaçlarını teferruatıyla bilme imkanına sahip olursunuz. O halde, ben kimim ve neden buradayım gibi soruların cevabı, asıl ihtiyaçlarımızı anlamamıza ışık tutacaktır. Onların karşılanması, hakiki mutluluğu yakalamamıza vesile olacaktır. Tüm sevdiklerimizle, bir elimiz yağda, bir elimiz balda yaşıyor olsak dahi, ruhumuzun açlığı dinmedikçe, yüreğimizin derinliğinde tatminsizlik hüküm sürdükçe, hayatımızdaki her şey bizim için bir gün tadını kaybedecektir.

Anlık, ya da kısa vadeli duyguların tatmin edilmesi, belli bir zaman dilimine ait isteklerin karşılanması ölçüsünde, huzur ve mutluluğa doğru ilerlendiği inancı yaygındır. Ancak, bir hedefe kitlenmek yerine, mutluluğun asıl yolculuğun kendisi olduğunu kavramak gerekir. Hayatı algılayış tarzımız ve beklentilerimiz, duygularımıza yön verir. Bir sıkıntıda, şikâyetçi olup, feryad etmemiz, veya lezzetler içerisindeyken, şükürsüz bir sarhoşluğa kapılmamız, huzura dönük bir bakış açısından farklı yönlere sapmamızın sebebi olabilir. Halbuki, dünyanın acısına ve tatlısına saplanıp kalmak yerine, onun bizi kişisel gelişmemize taşıyan bir yol olduğunu anladığımızda, başımıza gelenleri tedbir ve tevekkül içerisinde göğüslemeye gayret ederiz. Hiçbir durumda ümitsizliğe ve yılgınlığa düşmemeye çalışır, her yaşanan olayın mutlaka hayırlı bir yanı olduğunu anlarız. Böylece tutarlı bir hayatı bilinçli olarak yaşayarak, ömrümüzü kendi küçük Cennetimizin yeşerttiği huzur ikliminde tüketirken, huzurun ancak teslimiyet içinde yaşanan sevgi çerçevesinde olacağının farkına varmış oluruz.





Olan bitenlere direnç göstermeyiniz

İçinize bir bakın, aklınıza neler geliyor, zihniniz ne tür düşünceler üretiyor? Neler hissediyorsunuz? İçinizde içerlemenin, gönülsüzlüğün en ufak bir kırıntısı var mı? Eğer var ise, onu hem zihinsel hem de duygusal düzeyde gözlemleyin. Zihniniz bu durumla ilgili ne gibi düşünceler üretiyor? Sonra duygunuza bakın, bedeniniz bu düşüncelere nasıl tepki gösteriyor? Duyguyu hissedin. O hoş bir his mi, yoksa nahoş bir his mi?

Belki siz aldatıldınız, sömürüldünüz, belki meşgul olduğunuz faaliyet sıkıcı ve usandırıcıdır, belki size yakın olan birisi sahtekardır, sinir bozucudur, ya da bilinçsizdir. Belki de kendi attığınız yanlış adım yüzünden üzülmekte ve içerlemektesinizdir, ama bütün bunların hiç bir önemi yoktur. Evet doğru okuyorsunuz, bütün bunların hiç bir önemi yok. Geçerli bir nedeninizin olup olmaması, yani haklı olup olmamanız hiç fark etmez. Ortada olan gerçek, sizin şu anda, olan bitenlere direnç göstermenizdir. Siz şimdi'yi, yani şu an’ı bir hasım, bir düşman haline getirmektesiniz.

Sizin mutsuz olmanız, canınızı sıkar, ruhunuzu daraltır, yani içsel varlığınızı ve çevrenizdeki insanları rencide eder. Ayrıca olumsuz enerji ile yapılan herşey, zamanla daha fazla acıya, daha fazla mutsuzluğa neden olur.

Olumsuzluk bulaşıcıdır, fiziksel bir hastalıktan daha kolay yayılır. Rezonans yasası yoluyla başkalarında yatan gizli olumsuzluğu harekete geçirir, su üstüne çıkarır ve besler. Bu nedenle karınız/kocanız/partneriniz ile münakaşalar, çekişmeler oluşabilir.
Yakındığınızda, olumsuzlukları üzerinize çekersiniz

Yakındığınızda, olumsuzlukları üzerinize çekersiniz. Canınızı sıkmaya neden olan kişi ile konuşup, ne hissettiğinizi tam olarak ifade edebilirsiniz. Zihninizin etkilendiği bu durum karşısında, sahte bir benlik duygusunu güçlendirmekten başka bir amaca hizmet etmeyen bu olumsuzluğu bırakın. Bu tutumun boşuna olduğunu, size hiç bir yararı olmadığını görüp kabul edin, çünkü içinizde olumsuzluklar yaratmakla, yapabileceğiniz olumlu bir şey yoktur. Herhangi bir problemi çözmekte size hizmet etmez. Aslında olumsuz tutumunuz sizi eli kolu bağlı, sıkışık bir halde tutar, doğal değişiminizi engeller.

Kendinizi gözlemleyin: konuşurken, düşünürken, diğer insanların yaptıkları söyledikleri şeyleri, çevreniz, yaşam durumunuz, hatta hava durumu hakkında yakınırken kendinizi (düşüncelerinizi) analiz edin.

"Yakınmak", daima olan bitenleri kabul etmemektir. Siz yakındığınızda, olumsuzlukları üzerinize çekerek, kendinizi bir kurban yaparsınız. Sıradan bir bilinçsizlik daima “şimdi’nin” yadsımasıyla bağlantılıdır. "Şimdi" hayatın akışında, "bu an" ve "her an" anlamına gelir.

Bazı insanlar daima başka bir yerde olmak isterler, onların burada ve şimdi' si, asla yeterli olmaz ve kifayetsizdir. Sizin yaşamınızda da böyle bir durum söz konusu mu? Durumun böyle olup olmadığını gözlemleyin. Her nerede bulunuyorsanız, tamamen orada olun. Eğer burada ve şimdinizi katlanılmaz buluyorsanız ve o sizi mutsuz ediyorsa, üç seçeneğe sahipsiniz:

• ya o durumdan uzaklaşın,
• ya o durumu değiştirin
• ya da olan bitenleri kabullenin.

Eğer yaşamınızın sorumluluğunu üstlenmek istiyorsanız, bu üç seçenekten birini hemen şimdi seçmelisiniz. Sonra, daha fazla olumsuzlukları bir bahane yaratmadan kabul etmek durumundasınız.

Herhangi bir eylem, çoğunlukla eylemsizlikten daha iyidir, özellikle mutsuz bir duruma saplanıp kalmışsanız. Eğer yapılan eylem, kendisini bir hata olarak gösterecekse, en azından bir ders çıkarılır ve eylem yanlış da olsa tecrübeye dönüşür. Eğer saplanıp kalırsanız hiç bir şey öğrenemezsiniz.

Burada ve şimdinizi değiştirmek için yapabileceğiniz bir şey yoksa ve ortadaki durumdan uzaklaşamıyorsanız, o halde tüm içsel dirençlerinizi bırakıp, burada ve şimdinizi bütünüyle kabul ediniz. O zaman mutsuzluk ve içerleme hissetmekten ve kendine acımaktan hoşlanan "sahte benlik" varlığını sürdüremez. Buna "teslimiyet" denir. Teslimiyet, bu anlamda bir zayıflık değildir, o içinde büyük bir güç barındırır. Yalnız teslim olmuş bir insan, ruhsal güce sahiptir. Teslimiyet yoluyla, ortaya çıkan bir durumdan (içsel olarak) özgür olursunuz.

Teslimiyette içinde bulunduğunuz durumun, sizin bir çaba göstermenize gerek kalmadan, kendiliğinden değiştiğini izlemleyebilirsiniz. Teslimiyet tutumu, er ya da geç etrafınızda olan bitenleri pozitif etkileyecektir.


ALINTIDIR

Duyguları boşaltma pratiği ve Affetme pratiği


Duyguları boşaltma pratiği



Affetmek bazı olumsuz duyguları bastırmak değildir, olumsuz duygular ifade yolu bularak, boşaltılması gerekir. Duygular boşaldıkça, olayın kendisine olan hassasiyet azalır ve insanları çok daha kolay affedebiliriz. Özellikle kendimiz ile ilgili konularda dayatmalarımızın farkına varır, onlardan kurtuluruz.

Bu çalışmalarda ne kadar duygunun içersinde kalıp, o duyguyu tekrar tekrar yaşatırsak, o kadar başarılı ve etkili oluruz. Öfke çalışmalarında, bilhassa anne-baba ve yakın ilişkilerde vuku bulmuş tüm olayları ayrıntıları ile ele alıp tekrar yaşatmak, bizi sonuca taşıyacaktır.

Duygu boşaltma çalışması için sakin ve rahatsız edilmeyeceğiniz bir yer bulun, iki sandalyeyi karşılıklı yerleştirin. Birisine kendiniz, diğerine ise sorununuz olan kişinin oturduğunu varsayın. Veya kendinizi duvarları beyaz, ortada iki sandalye olan bir odada da hayal ederek, bu uygulama olabilir.

Kucağınıza bir yastık alın, şimdi sorun olan kişiye karşı tüm öfke ve kızgınlığınızı yüksek sesle dile getirin. Ona karşı kızgınlığınıza sebep olan tüm kötü duyguları boşaltın. Fiziksel olarak vurmak istiyor olabilirsiniz, bunun için yastığı kullanın. Kendinizi kibar olayım diye sınırlamayın ve bu canlandırmayı yalnız zihninizde yapmayın, çünkü amaç, zihninizi boşaltmaktır. Konuşarak, bağırarak, vurarak, olaya ne kadar duyularınızı katarsanız, kendiniz için o kadar inandırıcı olursunuz.


• Neden şunları-bunları yaptın?

• Şunları-bunları yaptığın için sana öfkeliyim,

• Şu veya bu şekilde davrandığın için sana kızgınım,

• Şu davranışımın karşılığında, şu veya bu davranışında bulunduğun, ya da bulunmadığın için vs.

• Senden nefret ediyorum çünkü……..


Şimdi öcünüzü aldığınızı hissetmeye çalışın, içinizdeki öfke, kızgınlık, kırgınlık enerjisi bittiğinde, doğal olarak rahatlamış olacağınız için, olaylara farklı açıdan bakabileceksiniz. İlk çalışmada aklınıza birçok anı gelmeyebilir, aklınıza bilahare geldiğinde devam edebilirsiniz.


Sizin tarafınızdan söylenecek sözler bittikten sonra, karşı tarafın savunmasını duymaya çalışın. Sizin suçlamalarınız için ne diyor, içinizden onun yerine bir cevap gelebilir. Bu soruların cevabı sizi affetmeye teşvik edecektir.

Affetme

Bir kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür, ama kim affeder, bağışlarsa onun mükâfatı Allah'a aittir. Şüphesiz ki Allah, zalimleri sevmez.
[Şura Suresi, 40]

Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulmedenleri affetmek, kendini mahrum edenlere (Kendine bir şey vermeyenlere) ihsan etmek, güzel huylu olmaktır. [İ.Süyuti]

Sana zulmedeni affet, sana gelmeyene git, sana kötülük edene sen iyilik et, aleyhine de olsa mutlaka doğru konuş. [Ruzeyn]

Affedin ki affa kavuşasınız! [İ.Ahmed]


Allahın doğası, zaten bağışlayıcı olmasıdır, çünkü hata yapmak insancıl, affetmek Tanrısaldır. Asıl soru siz kendinizi affedebilecek misiniz? "Ben şimdiye kadar ne kendimi, ne de başkalarını af ettim ve affı da haketmedim" duygusu tamamen size aittir, bu düşünce yalnız sizin kalbinizin ve zihninizin içinde bulunmakta, siz bu yüzden acı çekiyorsunuz.

Sonuçta kendiniz hüküm veriyor ve kendi kendinizi cezalandırıyorsunuz. Düşünceleriniz ve inançlarınız hayatınızı belirliyor, ama rahat olmak ve suç borcunuzu ödemek için, bütün kalbinizle dua edin ve af dileyin. Çünkü içtenlikle karar verip, onları yok etmek yerine, onları gizlediğinizde, onlar sizin gizli günahlarınız haline geliyor. Bu şekilde onların üstünde toz oluşup, her tarafı kaplıyor. İçtenlikle temizlik istiyorsanız ve gerçekten bu düşüncenin arkasındaysanız, bağışlanır ve mağfiret bulursunuz.

İçinizde çekişme ve acı yerine, ne kadar barış özlemi taşıyorsunuz? Affetttiğiniz kişilerin, ne kadar hoş görüneceklerini hayal edebiliyor musunuz? Küçük gibi gözüken bu adım, sizi çirkinliklerden güzelliklere taşıyacak, karanlık dünyanızı aydınlığa götürecektir.

Affediş, Dünya yaşamının nihai hedeflerinden biridir, tüm tecrübelerin ötesine geçen yolu açar. Kendi yanılsamalarınız ve dünya illüzyonu birdir. Bu nedenle, her af, kendinize yaptığınız bir armağandır, çünkü hedef, kim olduğunuzu hatırlamaktır.



Affetme pratiği


Size haksızlık yapmış olan birisini ve dost kabul ettiğiniz birisini affetmeye çalışacağız. Ve her iki kişiyi de aynı kişi (bir) olarak kabul etmeyi öğrenmekle, bu çalışmaya kendinizi de kapsayacak şekilde bakıp, o iki kişinin kurtuluşunun, sizin de kurtuluşunuzu içerdiğini göreceğiz.

Pratik yapmaya başlarken, sizi öfkelendiren, karşılaşmak istemediğiniz, ya da dikkate almadığınız birisini düşünün. Muhtemelen öyle birisi aklınıza geldi bile, işte o kişi, uygulama için doğru kişi olacaktır. Onun hakkında düşündüğünüz tüm kötü şeyleri hatırlayıp, onun yaptığı her kötü şey için kendinize şunu sorun: "Ben bunu yapmış olsaydım, kendimi yargılarmıydım?" Bunu o kişi için her aklınıza gelen durum için tekrarlayın. Bir süre sonra onu böylece suç, veya haksızlık olarak kabul ettiğiniz elementlerden kurtarmış oldunuz. Şimdi özgürlük için hazır durumdasınız. Eğer şimdiye kadar uygulamayı isteyerek ve dürüst şekilde yaptıysanız, yavaş yavaş göğsünüz üzerindeki ağırlık, yerini hoş bir hafifliğe terketmiş olacak.

İkinci uygulamaya geçerken, affedeceğiniz kişiye daha önce neden sinirlendiğinizi artık dikkate almıyor, olan bitenlere direnç göstermiyorsunuz. Şimdi gözlerinizi kapatıp, ona zihniniz önünde bir süre bakın. Onun herhangi bir yerinde şimdiye kadar keşfetmediğiniz soluk bir parlaklık, bir kıvılcım görmeye çalışın. Onun hakkında yaptığınız kötü resmin içinden, herhangi bir ışık çıktığını farkedin. Bu ışığa odaklanarak, ışığı genişletmeyi, büyütmeyi deneyin. Onun çevresinde bu ışığın büyüdüğünü ve resmin gitgide daha parlak hale geldiğini görene kadar, o resme bakmaya devam edin.

Sonra, zihninizi dost olarak tanımladığınız birisine yöneltin. Biraz önce oluşturduğunuz parlaklığı, şimdi dostunuza aktarın. Onda gördüğünüz ışıktan size de verilmesini kabul edin. Verdiklerinizin şifasını almak için bu "iki kişinin" birleştiğine şahit olun. Şimdi onlarla siz bir oldunuz ve onlar da sizinle bir oldu, şimdi siz hem onları, hem de kendinizi affettiniz.

Bağışlamanın, ruhunuza mutluluk getirdiğini gün boyu unutmayıp, aşağıdaki cümleyi tekrarlayın:

Affetmek, mutluluğun anahtarıdır!
Sevgi için yol açın. Sevgiyi siz yaratmadınız ama siz yayabilirsiniz. Bunun Dünyadaki anlamı şudur: Kardeşinizi affedin ki, karanlıklar zihnininizden kalkabilsin.

Bu pratik, tüm affetmek istediğiniz insanları (dünyadan ayrılanlar dahil) kapsar, ayrıca kendinizi de affedersiniz. Affettiğinize emin olana dek, bu sayfadaki pratikleri tekrarlayabilirsiniz

alıntıdır

Kadınların bilmesi gereken 25 şey,

Kendine güvenin en büyük silahındır

 































Kadınların bilmesi gereken 25 şey,

1. Unutma, sen değerlisin.
Çalışsan da çalışmasan da...
Ünlü olsan da olmasan da...
O erkek seni istese de istemese de...
Sen sen olduğun için bi'tanesin.

2. Kadın olmanın tadını çıkartmalısın.
Biraz şefkat, biraz anaçlık, biraz dişilik,
biraz seksilik, bolca zeka ve altıncı his...
Sen şahanesin..

3. Göbeğin çıktı diye, 36 bedenden çok uzaksın diye,
saçların o reklamlardaki kız gibi dalgalanmıyor diye eksik değilsin.

4. Kendine güvenin en büyük silahındır
ve o en derinlerinden gelen ışıl ışıl gülümsemen tabii ki.

5. Biliyorum adettendir ama sonuca varamadığın,
sadece bünyeni hırpaladığın o konuyu 50 kere konuşmana,
tartışmana gerek yok.
Olmuyorsa, üstünü çizip devam etmelisin.

6. Yaptıklarından suçluluk duyarak vakit kaybetmemelisin.
Yapamadıklarını listeleyip isteklerini gözden geçirmek suretiyle
adımlar atarsan daha mutlu olabilirsin.

7. Hiçbir evlilik, hiçbir olması gerek şov,
sana öğretilmiş hiçbir mecburiyet alın yazın değildir.
Kocan tek çıkışın, hayat zaferin değildir.

8. Uzaklarda arama sakın; en büyük mutluluk sendedir.

9. Aşkından gebersen de sınırlarını bilmelisin.
Sınır neresidir? Sana saygısızlık yaptığı yerdir.
Buna asla izin verme.

10. Sen kendine ne değer biçersen, sen kendine nasıl davranırsan;
herkes sana öyle davranır.
Asla ama asla kendini küçümseme.

11. Evde oturup derdine yanma.
Kaderini birine, bir kuruma, bir konuma bağlama.
Kaderin senin ellerinde, bunu sakın atlama!

12. Eski sevgili adı üstünde 'eski'dir...
Senin yeni dünyanı bulandırmasına izin verme.

13. Yeniden seveceksin, çok da sevileceksin.
Kimse son değil, bunu bileceksin.

14. Dünyanın kanunu bu; düşündüğünü çekersin.
Allah rızası için kurup durma, senaryolar yazma!

15. Sevgilini çok sevmelisin.
Öyle herkese 'sevgili' dememelisin.
Fakaaat çok sevmen demek,
kendini ayaklar altına alman demek değildir.
Bir kadın gerekirse, severken de gidebilir değil mi?

16. Her şeyin şık olsun.
Ruhun, bedenin, kıyafetin, sevişin, terk edişin, dostluğun, sevgililiğin... Kadınlık şıklık demektir.

17. Başka kadınları kafana takmaktan vazgeç!
Onlar sen olamaz, sen de onlar...
Her kadın kendine özeldir, her kadın dibine kadar özeldir.

18. Kız arkadaşların önemlidir,
en kıymetlilerindir ama onları seçmeyi bileceksin.
Kadın kadının kurdudur, bir kenara not edeceksin.
Sadece kötü gününde değil, başarında,
mutluluğunda da yanında olan,
yüreğini ortaya koyan arkadaşlarından asla vazgeçmeyeceksin.

19. Erkekler çocuktur. Nokta!
Çocuğunu hem sevecek hem kızacak,
icap ederse küsecek, cezasını vereceksin.!

20. Seni bırakıp gidebilenin arkasından gözyaşı dökmeyeceksin.
Aramazsa aramasın be!

21. Sevginin, aşkın ne demek olduğunu anlamayan bir adamın
vizesini keseceksin.

22. Sen renklisin, sen beceriklisin,
sen erkeğin mutlu olma sebebisin, sen başlangıçsın,
sen sonsun...
Mecbursun, bunu fark edeceksin!

23. Her şey bir karar vermene bakar.
Sabır bazen gerekli, bazen gereksizdir. Ayrımı yapabilmelisin.

24. Yapamayacağın şey yok.
Gidemeyeceğin yer yok. Sana kapalı olabilecek kapı yok!
Şu an silkelenip kendine geleceksin!

25. Tekrar söylüyorum, kafana kazı istiyorum,
SEN ÖZELSİN,
SEN Bİ'TANESİN,
ÖNCE KENDİ DEĞERİNİ BİLECEKSİN....

alıntıdır

Sorunlarla kaybolmak yerine, farklı bakış açısı geliştirin



Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz. Çoğumuzun zaman zaman yaptığı gibi, “sorunların içinde kaybolmak” yerine, paradigma değiştirmeyi başarıp, sorunlara farklı biçimde yaklaşabilenler, o sorunu aşma şansını da yakalıyor. Örneğin; trende giderken, bir baba, 3 evladıyla oturup, sürekli ağlayan çocuklarına hiç, susun, demeden yolculuğa devam ettiğinde; siz ona ne kadarda gamsız adam, diyebilirsiniz. Ama yanlarına gidip de bir sorsanız, onların hastaneden geldiklerini, bir saat önce çocukların annelerinin öldüğünü ve eve döndüklerini öğreneceksiniz.


Oğlu olan Prof. Covey’in konuşmasını dinlemeye gelen annesi, arka sırada oturan 2 kişinin toplantı boyunca sürekli konuştuklarını görerek, çok öfkelenmiş ve oğlumu küçümsüyorlar diyerek çok üzülmüş. Yemek molasında oğluna, şunların kafasına çantamı indiresim geliyor, demiş. Oğlu; “anne o adam Finlandiyalı, burada simultane tercüme yok, mecburen tercümanı yanına oturttuk” demiş.


Havaalanında aktarma yapmak isteyen yaşlı bir hanım, uçağının 2 saat gecikmeli olduğunu öğrenince, dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmiş. Yanındaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu bırakarak, okumaya dalmış. Bir ara bakmış ki, yanındaki koltuğu oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açıyor ve yemeye başlıyor. Kurabiyelerin kendisine ait olduğunu hissettirmek isteyen kadın, adama dik dik bakmış. Hatta canı o an istemediği halde, kutudan bir kurabiyeyi ağzına atmış. Her halde kurabiyelerin sahibinin kim olduğunu artık anlamıştır diye düşünürken, adam bir tane daha ağzına atmaz mı? Hemen kadın da bir tane daha atmış ve bir yarışma başlamış, adam bir tane, kadın bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalmış, adam onu hızlıca kaparak ortadan bölmüş ve gülerek kadına ikram etmiş. O sırada, kadının uçağının alana indiği anonsu duyulmuş ve işlemler için kadın bankoya gitmiş. Pasaportunu çıkartmak için çantasını açtığında, ne görsün; kendi kurabiye paketi, hiç açılmamış olarak çantasında duruyor. Meğer, bunca zamandır adamın kurabiyesini yiyormuş. Tabii çok utanmış ama, artık iş işten çoktan geçmiş.


Başkalarının düşünce ve davranışları hakkında hüküm verirken, elimizdeki veriler çoğu zaman yeterli olmuyor. Davranışların nedenini bilmeden çok yanlış yargılara varabiliyoruz.


Covey bu örnekleri şu sözlerle özetliyor; “aynı enformasyona farklı bakış, bizim davranışlarımızı belirler”. Buradan yola çıkarak, çözemediğimiz sorunlar için, paradigma (zihin haritası) değiştirmenin gereğini vurguluyor ve Einstein’in bir sözünü anımsatıyor: Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz. Çoğumuzun zaman zaman yaptığı gibi, “sorunların içinde kaybolmak” yerine, paradigma değiştirmeyi başarıp, sorunlara farklı biçimde yaklaşabilenler, o sorunu aşma şansını yakalıyorlar. Zaten sorunlarımızı dostlarımızla paylaşmamızın nedenlerinden biri de, farklı bir bakışın, bize farklı davranabilme kapısı aralama ihtimali değil midir?


"Çözümsüz" gibi gördüğünüz sorunlar konusunda, Paradigma değiştirmenin önemi çok büyüktür. Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır. Başımıza gelen her şeyle onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır.”

Paradigma nedir?

Paradigma, Fransızca "paradigme" kelimesinden gelir. Türk dil kurumu sözlüğü anlam karşılığı; "Değerler dizisi" olarak tanımlanmıştır, herhangi bir bilimsel disiplin, veya başka epistemolojik (epistemolojik=bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı ile ilgilenen felsefe dalı) içerikte düşünce kalıbına gönderme yapar. (tr.wikipedia.org)



Kendinizi düşüncelerinizden arındırın, özgür olun



Çoğu insanın düşünce sistemi büyük ölçüde istek dışı, otomatik ve tekrarlama şeklinde çalışır. Bu olgu, bir tür zihinsel parazitten daha fazlası değildir ve gerçek bir amaca hizmet etmez. Aslında düşünmezsiniz; düşünce kendiliğinden oluşur. "Düşünüyorum" ifadesi, bir kasıt bildirir. Bu kasıt, konu hakkında söz hakkınız olduğunu, kendi adınıza bir seçim yapabileceğiniz anlamına gelir, oysa çoğu insan için durum böyle değildir. "Yediklerimi sindiriyorum," "damarlarımda kan dolaşımını sağlıyorum" gibi sözler ne kadar yanlışsa, "düşünüyorum" demek de o kadar yanlıştır. Sindirim kendiliğinden olur; kan dolaşımı kendiliğinden olur; düşünmek kendiliğinden olur.

Zihinle tanımlama derecesi, kişiden kişiye değişir. Bazı insanlar kendilerini zihinlerinden arındırdıklarında, kısa bir süre için bile olsa, gerçek özgürlüğün tadını çıkarırlar ve o kısa süre içinde hissettikleri huzur, mutluluk ve canlılık, hayatı yaşamaya değer hale getirir.

Yaratıcılık, sevgi ve şefkatin güçlendiği zamanlar da vardır. Ama diğerleri, sürekli egolarına tutsak olarak yaşarlar. Kendilerine, başkalarına ve etraflarını saran dünyaya karşı yabancılaşırlar. Onlara baktığınızda, yüzlerindeki gerginliği, çatık kaşlarını veya gözlerinde'ki dalgın bakışları fark edebilirsiniz. Dikkatlerinin büyük bir bölümü, düşüncelerine yönelmiş durumdadır ve bu yüzden sizi gerçekten göremezler ve sizi gerçekten dinleyemezler. Dikkatleri yalnız zihinlerindeki düşünce biçimleri olarak var olan geçmişe veya geleceğe odaklanmıştır. Ya da size oynadıkları role uygun şekilde davranırlar ve yine kendileri olamazlar.

Çoğu insan, "gerçek benliklerine", "gerçek kimliklerine" yabancılaşmıştır. Bazıları öylesine yabancılaşmıştır ki, başkalarıyla paylaşımları herkese "sahte" görünür; tabii onlar kadar kendilerine yabancılaşarak "sahte" davranmayı benimsemiş olanlar hariç. Yabancılaşmak, herhangi bir ortamda, herhangi bir durumda, herhangi biriyle birlikteyken veya kendi başınızayken bile, sürekli huzursuz olmak demektir. Sürekli "eve" dönmeye çalışırsınız ama kendinizi asla evinizde hissedemezsiniz.

Kafanızdaki sesin kendine ait bir canı vardır ve çoğu kişi o sesin merhametine kalmış durumdadır. "Düşüncenin", diğer bir deyişle "zihnin" tutsağı konumunda olan insan, geçmişteki olaylarla şartlandığından, geçmişi tekrar tekrar canlandırmak durumunda kalır. Doğu'lular buna "karma" derler. İçinizde oluşan düşünceler ve algıladığınız zihin sesi ile, geçmişte olan biten bazı şeyleri tekrar canlandırdığınızda, gerçekte ne yaptığınızın farkında olamazsınız, zaten bilseydiniz, düşüncelerin esiri olmazdınız.

Binlerce yıldır, insanlık gitgide daha çok zihnin esiri olmuş ve kendisine hakim olan sahte kimliğin "asıl benlik" olmadığının farkına varamamıştır. Kendini sürekli zihniyle tanımladığından, sahte benlik duygusu "Ego" ortaya çıkmıştır.

Egonun yoğunluğu, kendinizi ne derecede zihninizle ve düşüncelerinizle tanımladığınıza bağlıdır. Düşünmek, bilincin, ya da gerçek kimliğinizin toplamının minicik bir parçasından başka bir şey değildir.

Yirminci yüzyılın en büyük yazarlarından Franz Kafka, Albert Camus, T. S. Eliot, James Joyce gibi yabancılaşmanın insan varlığının evrensel ikilemi olduğunu fark etmiş, muhtemelen kendi içlerinde de bunu derinden hissetmiş ve çalışmalarında muhteşem şekilde ifade etmişlerdir. Her ne kadar bir çözüm sunamamış olsalar da, bize insanlığın bu sorunuyla ilgili derin bakış açısı sunmuşlardır. Kişinin kendi sorununu açıkça tanımlayabilmesi, onu aşmak için atabileceği ilk adımdır.

"Ego", insan psikolojisinde kimliğin, kendini ikiye ayırdığı noktadaki çatlaktan içeri girer. Bu ayrımı "ben" ve "kendim" şeklinde isimlendirebiliriz. Dolayısıyla, kelimeyi "kişilik bölünmesi" şeklindeki anlamıyla kullanırsak, her ego, aslında bir şizofrendir.

Kendinize ait bir zihinsel imajla yaşarsınız ve bu kavramsal benlikle bir ilişki içine girersiniz. Hayatın kendisi kavramsallaşır ve "hayatım"dan söz ettiğinizde, konuştuğunuz kişilerin hayat'larından ayrı bir hayatınızın var olduğunu kabul edersiniz. "Hayatım" diye düşündüğünüz, yada konuştuğunuz ve buna inandığınız her seferinde, aldatıcı bir aleme sürüklenirsiniz. Eğer "hayatım" diye bir şey varsa, "hayat" ve "ben" ayrı şeyler olması gerekir ki, bu aynı zamanda hayatımı kaybedebileceğim anlamına da gelir. Ölüm, gerçek bir tehdit olarak görünmeye başlar. Kelimeler ve kavramlar, hayatı kendi içinde, gerçek dışı ayrı parçalara böler. "Hayatım" kavramının, ayrılık duygusunun kökeni, yani egonun kaynağı olduğunu söyleyebiliriz.

Eğer "ben" ve "hayat" farklı şeyler ise, yani "ben" hayattan başka bir şey isem, o zaman, var olan her şeyden ayrı konumda olmalıyım, ama onlardan nasıl ayrı olabilirim ki? "Ben" nasıl hayattan, Varlık'tan ayrı olabilir ki?, bu imkansızdır! Dolayısıyla, "hayatım" diye bir şey yoktur ve "ben" ayrı bir hayata sahip olamaz. "Benlik" hayatın kendisidir, ben ve hayat tek'tir, bunun aksi olamaz.

O halde, hayatımı nasıl kaybedebilirim ki? Zaten sahip olmadığım bir şeyi nasıl kaybedebilirim? "Ben" olan bir şeyi nasıl kaybedebilirim? Bu imkansızdır.
(Eckhart Tolle - Var olmanın gücü)
İnsanları birleştiren fikirler değil, duygulardır





Fikirler; durağan, bireysel ve dogmatik olduklarında tehlikeli hale gelebilirler, çünkü gerçek; sabit değil dinamiktir. İnsanları birleştiren asıl şey; fikirler değil, duygulardır. İnsanlar asıl birleşmeyi; sevgide, merhamette, heyecanda, aşkta yaşarlar. Fikirler ile yaşıyoruz, onlar olmadan insan olma özelliğimiz kaybolur ve diğer hayvanlar gibi sadece güdüsel kalırız. Fakat fikirler yaratılışı sırasında saf ve erkli olsa da, onu kullanan insanın elinde kutuplaşarak, bireysel amaçlar için sömürü aracı haline gelmiştir.

Düşünme yetisi insanı insan yapan farklılıktır. Düşünen insan; bilimi, felsefeyi, toplumu, kültürü kendisi yaratıyor. Sonra İnsan, dönüp yarattığı o kültüre, felsefeye, topluma köle oluyor, farkına varamıyor kendi yarattığının esiri olduğuna.

Son yıllarda “Gerçekte yaşayan şey nedir?” sorusuna verilen bir cevap var: “Yaşayan şey sadece fikirler ve öğretilerdir”.

Fikirlerin insanları buluşturma özelliği vardır. Oysa farkında mıyız ki; insanı birbirinden ayıran şey de fikirlerdir. Fikirler, düşüncenin ürünü olan yayılgan tohumlardır. Bir gün bir beyinde doğar ve bilince ekilirler. Bir kez ekilen bir fikir, hızla büyüyüp tüm dünya bilincini kaplayabilir. Duygular her anın içinde aynı sabitlikle yaşansa da, yaşanmasa da, birleştiricilikleri sürekli ve dinamiktir. Fikirlerden daha çok bulaşıcı hale gelmeleri ise, onlara verilen izinle gerçekleşir.

İnception (Başlangıç) filmini izleyenler hatırlayacaktır; Cobb; uzun süre hapiste kaldıkları derin ortak rüyada mutsuz olan eşinin zihnine: “İçinde bulunduğumuz rüya gerçek dünyamız değil, eğer ölürsek asıl yaşamımıza uyanacağız.” fikrini tohumlayıp ekiyordu.

Cobb’un eşi, rüyadan kurtulup yaşama geri döndüklerinde; ekilen bu fikrin etkisinden kurtulamayarak, yaşamını sona erdirirse, asıl hayatına ve çocuklarına uyanacağını düşünüp intihar ediyordu. Bu fikre o kadar inanıyordu ki, çok sevdiği eşini arkasından gelmeye ikna etmek için, ölümüne eşinin sebep olduğunu yazan bir de vasiyet bırakıyordu. Cobb; kendi ektiği bu fikrin sonuçlarından kurtulup, evine ve çocuklarına dönmeye çalışıyordu. Ve kurtuluşunu da yine bir fikir tohumlamak ile sağlıyordu. Kendi ürünü olan fikrin esiri olmak, tam da böylesi bir şey işte.

Bir fikir aynı anda, hem hayatı kurtarabilir, hem hayatı yok edebilir. Belirleyici olan; her bir bireyde özgün farklılıklar gösteren insanın duyguları ve zamanın akışı içindeki sayısız değişkendir. Her şeyi "an" belirler, an'ın içindeki özgünlük belirler.

Filmin içindeki fikirler ve rüya konusunda ilginç bilgiler, film işte deyip geçecek kadar basit değil. Ekilen bir fikrin tehlikeli olup olmayacağını önceden bilmek de imkânsız aslında. Bunu kendi zamanının içinde her birey için yaşanan anlar ve duygular belirliyor. Bu yüzden yaşamın naturasına bakarsak, fikirlerin sabit olması da mümkün değil aslında.

Eski bilgiler ve görüşler bir kültürde çökmeye başlarken, insanlarda kaygılar oluşur. Korkunun gardiyanlığı bazen acımasızdır. Dünyanın döndüğünü söyleyen Galileo’yu yargılayan, İsa’yı ve Hallac-ı Mansur’u haça geren korku; fikirlerin değişmesine karşı koymaya çalışan kaygıdır. İnsanın kendi yarattığı fikirlere bu derecede tapınır hale gelmesinin de örnekleridir.
Bir fikir, insanı kendisine köle yapmaya başladığında, yok edilmelidir


Korkuda kutuplaşan insanlar, kendilerine göre mantıklı neden bulmakta aşırı ustadırlar. Dünya tarihindeki tüm acımasızlık sahnelerinde bu ustalık, ne yazık ki tarihi istediği gibi yazma erkine sahip olmuştur. Geldiğimiz noktada, kendimizi güya aydınlık ve modern sandığımız bir dönem yaşıyoruz. Fikirler; teknolojideki iletişim sayesinde, en hızlı yayılımını yaşıyor. Bir taraftan yayılan değişim titreşimleri çoğalırken, eski modası geçmiş fikirlerin rantlarda birleşen kuvvetleri, onları son gücüyle bastırmaya çalışıyor. Teknolojiyi kendi amaçları uğruna sömüren kutuplaşmalar, aslında son fırsatlarını kullanıyorlar. Kendi yarattığı fikirlerin kölesi olan insanlar, kendi kaygı denizinde kendini boğmak üzere.

Bir taraftan bu boğulmayı seyreden ve fikirlerden uyanıp tüm eski zincirlerinden kendini koparabilen, kendi içlerindeki sevgi bağını hissederek ona tutunan öncü insanlar var. Eski dogmatik enerjinin tüm gücüyle katletmeye çalıştığı bu insanların tek korunmaları da, yine içlerindeki sevginin kaynağı. Son güçleriyle ellerini uzatabildiklerini kurtarmaya çalışıyorlar. Ancak tutundukları fikirleri öldürebilenler, uzatılan bu elleri görebiliyor.

Fikirleri biz yaratıyoruz, onlar ölümsüz değildir, değişebilir. Beynin yapısını bilenler bilirler ki; bizim nöron nöron ördüğümüz yollardır onlar. Değiştirecek olanlar da bizleriz.

“Kendi yarattığına tapınan ve onunla yaradana şirk koşan insan” fikirlerin kölesi olan insandır. Değiştirme gücü ise, fıtratında zaten ham haliyle hep var olan güzel duygulardadır. Yaşanan tüm savaşlar fikirlerin savaşıdır. Fikirlerin kutuplaşmaları, savaş sırasında insanların duygularını sömürerek savaş aracı yaparlar sadece. Öfke, kızgınlık, kin, öç, korku adındaki duygulardır hizmetlerine aldıkları. Aşkı, sevgiyi, merhameti, barışı, şefkati savaş aracı yapmak ise mümkün değildir.

Fikirler ölümlüdür. Onun ne zaman öleceğini belirlemek de aslında çok basittir. İnsan hür olmaya adanmıştır. Onun köle olması, yaşamın temeline aykırıdır. Bir fikir, insanı kendisine köle yapmaya başladığı anda öldürülmelidir.

Yeni dönemde, tüm bağnaz, dogmatik, köleci, sabit fikirlerin ölümüne niyet ediyor, aşk, sevgi, merhamet ile birlikte yürüyeceğimiz yepyeni bir rüyanın doğumunu diliyorum.

Kaynak:
indigodergisi.com


Dağınıklığınızı Temizlemek



Ne kadar zaman önce dolaplarınızı temizlediniz? Çoğumuz elbiselerle dolu dolaplarımızın ya da hayatımızda var olan gereçlerin yaşamımızın bir parçası olduğunu unuturuz. Ve pek çoğunu aldıktan sonra unuturuz. Diğerinin yerine bir şey aldığımızda dolaplarımızda yer kalmaz. Ekleriz ama eklediğimizi eksiltmeyi unuturuz.
Dolaplarımız aklımızın sembolleri olarak kabul edilebilir. Darmadağınık bir dolap dağınık bir zihin anlamına gelebilir. Zihnin dolaplarını boşaltmak için “Zihnimin dolaplarını boşaltıyorum” olumlaması işe yarayabilir. Dolaplardan her şeyi çıkartın ve kendi kendinize sorun, “Bu şey işe yarar mı hâlâ?” ya da “Bunu son altı ayda ya da geçtiğimiz yılda kullandım mı?” “Bu yıpranmış şeyi değiştirmekten korktuğum için mi saklıyorum?”
Yeni bir yer açmak için (yeni giysiler ya da yeni düşünce ve fikirler olsun) eski ve çağ dışı olanları bırakmanız gerekir. Bu, fiziksel şeyler için olduğu kadar zihinsel fikirler için de geçerlidir.
Dolaplarınızı temizlerken neler hissettiğinizi izleyin. Neşeyle ve yaşamınıza yer açmanın beklentisi içinde mi yapıyorsunuz. Yoksa ruhsal sisteminizde “sahip değilim” düşüncesini tutuyor, evrenin bolluk dahil olmak üzere herkes için kullanılabilir olduğuna inanamayarak mı yapıyorsunuz?
Olumlama: Zihnimin dolaplarını boşaltıyorum. Yaşam okyanusu zenginliği cömertçe harcar. Bir şeye ihtiyacım olduğunda sağlanacaktır, biliyorum.
Louise Hay

YEDİ EVRENSEL YASA:

Her şey enerjidir. Enerji yasasının alt kümeleri olan; Yaşamımızı ve evrendeki her şeyi yöneten yedi evrensel yasa vardır.

1.        Daimi Enerji Dönüşümü Yasası: Bu yasa enerjinin sürekli hareket        ettiğini, dönüştüğünü ve değiştiğini anlatır. Enerji sürekli değişir ve dönüşür.  Değişim her yerdedir. Gördüğümüz, duyduğumuz, tattığımız, dokunduğumuz ve ya kokladığımız her şey sürekli değişim ve dönüşüm halindedir. Değişim süreklidir.

2.        Titreşim Yasası: Bu yasaya göre her şey sürekli bir titreşim halindedir. Titreşim seviyeleri değişir. Ve biz en yoğun titreşimlere yüksek frekans       diyoruz. Kayalar, insanlar, dünya ve evrendeki her şey farklı frekanslarda, sürekli titreşen enerjilerdir. Kalbimiz sürekli titreşerek bedenimizin her tarafına kan pompalar.
Düşünce,  enerjinin, en yüksek frekanslarından birinde titreşen en güçlü formudur. Düşünce dalgaları; katı ya, sıvıya, zamana ve evrene nüfuz eder.   Her düşünce evrene yükselen ve sonsuza dek orada kalan bir titreşimdir. Bir enerji nabzı yaratır. Düşünceler somut şeylerdir. Düşündüğünüz şeyi kendinize çekersiniz. Negatif düşüncelere yoğunlaştığınızda negatif insanları ve koşulları kendinize çekersiniz. Bu sebeple sürekli olumlu şeyleri düşünerek, olumsuzlukları kendinizden uzaklaştırmalıyız, olumluları kendinize çekmeliyiz.

3.             İzafiyet yasası: Maddesel dünyamızdaki her şeyin, bir başka şeyle olan ilişkisi aracılığı ile gerçek olduğunu anlatıyor. Yani, Yaşamdaki hiçbir şey, bizim ona verdiğimiz anlam haricinde, esas bir anlamı yoktur. İlişkiler her şeydir ve her şey ilişkilere bağlıdır. Kendinizi ve başarınızı neyle kıyasladığınıza bağlı olarak, sizi ya yukarıya çeker ya da dibe iter. Eğer izafiyet Yasası’nın yaşamdaki güzellikleri görmenize yardımcı olmasına izin vererek kendinizi yukarı çekmeyi seçerseniz başarılı olursunuz.

4.             Karşıtlık yasası: Karşıtlık yasasına göre hiçbir şey zıddı olmadan var olamaz. Var olan her şeyin zıddı vardır. Başarılı olmanın yolu, başarısızlıklardan ders çıkarmakla olur. Akılcı tercihler yapabilmek için, kötü tercihlerden edindiğimiz tecrübelerden yararlanırız.



5.             Ritim yasası: Ritim yasası, Evrendeki enerjinin sarkaç gibi olduğunu belirtir. Yani bir şey sağa doğru sallanıyorsa, sola doğru da sallanacaktır.
Güneş doğar ve batar, mevsimler gelir ve gider. Kendimizi çok iyi hissettiğimiz ve çok kötü hissettiğimiz anlar vardır.

6.             Etki - Tepki yasası: Bu yasaya göre her sonucun bir sebebi ve her sebebin bir sonucu vardır. “Tepki” olan herhangi bir şey, ondan daha önce gelen bir şeyin “etki”si vardır.
Ne ekersen onu biçersin.
Ne kadar verirsen o kadar alırsın.
Vermediğin şeyi alamazsın.
Ne düşünürsen onu yaşarsın.
Yaşamımızdaki hiçbir şey tesadüfü değildir. Genlerimize işlenmiş olan büyük bir yaşam yasasının planıdır.

7.             Cinsiyet yasası: Bu yasa yaratılışı yönetir. Buna göre, kadın ve erkek, yaradılışın oluşması için birleşmek zorundadır. Bu yasaya göre her şeyin kuluçka ya da gebelik dönemi vardır. İnsanların, hayvanların, bitkilerin, ağaçların, çiçeklerin, hepsinin kendine özgü gebelik dönemleri vardır. Bu yasa kozmo teknolojik bir yasadır.

Evreni yaratan Tek bir kaynak vardır. Her şey aynı kaynaktan gelir ve oluşur. Bu yüzden, arzu ettiğimiz güzellik zaten vardır. Tek yapmamız gereken ona ulaşmak ve ortaya çıkarmaktır.

Bu üstün yasa bize ruhani varlıklar olduğumuzu ve deneyimlediğimiz fiziksel dünyanın gerçek varoluşumuzun yalnızca tek bir parçası olduğunu hatırlatır. Başarılı olmak ve öyle kalmak için tüm başarı kaynaklarıyla iletişimde kalmamız gerekir.  Gerçek inanç, görünmeyene güvenmek ve itimat etmektir.

İnanç ve güven bolluk yasalarında önemli bir rol oynar. Biz insanlar için her şey yeteri kadar vardır. Onu çağırdığımız anda her nerede ise gelir bizi bulur. Bu konuda sabırlı olmamız gerekir.
           


Kaynak: Bolluk yasaları (James Arthur RAY




Dengede Kalmak

Doğada bir denge olduğu kesin. Hiçbir şey bu dengenin dışında hareket etmiyor. Evrende canlılar arasında ki bu denge asla bozulmuyor. Hepsi evrende bir denge içinde yer ve görevini biliyor. Fakat insan için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. İnsan evrende ki bu doğal dengenin dışında hareket ediyor. Bu doğal dengeye ayak diriyor. “Doğanın dengesini bozan tek hayvan insandır” gerçeği ise; maalesef ki kanıtlanmıştır. Bu dengenin dışında hareket edebilen ve doğanın dengesini bile olabildiğince bozan insan senin ruhsal dengeni mi bozmaya çekinecek? İnsandır doğanın dengesini bozan. İnsandır insanın dengesini bozan. Ve yine insandır kendi dengesini bile bozan.

Kimsenin hayatı mükemmel değil elbette. Hepimizin hayatında mutsuzluk yaratan, sinirlerimizi zıplatan birçok insan var. Dengenizi bozarlar ve sonra sana “dengesiz” muamelesi yaparlar. Çevremize baktığımızda onlardan o kadar fazla ki. Ve bu insanlar her yerde; evde, otobüste, trafikte, kuyrukta, iş yerinde. Ve bu insanlar eşiniz, çocuğunuz, arkadaşınız, amiriniz. Bu insanlarda senin her türlü dengeni bozabilme yeteneği mevcuttur. “ Her şeyi ben bilirimci” tavırlarıyla seni çıldırtabilirler. Ağızlarından öyle laflar dökülür ki tam bir laf ebesidirler aynı zamanda. Yayından çıkan zehirli ok gibi saplanır bu sözler yüreğinize. Ama onun umurunda bile olmaz çünkü düşünce yoksunudur bunlar. “Özür dilemek” “Kusura bakma” demek onları bozar. Zaten bozduğu dengenizle özrü de size diletir, kusura bakmayı da size söyletir. İnsan kullanma sanatı diye bir sanatı çok iyi icra eden bu tipler kimden nasıl yararlanacağını çok iyi bilirler. Çevresinde ki herkesten bir şekilde faydalanırlar. Kiminin etinden, kiminin sütünden. Eğer ki bir gün faydalanamayacak gibi olurlarsa hayatından çıkarsınız zaten. Tabi ki yine dengenizi alt-üst ederek. Dünya’ya gönderilme amaçları ise; “sabır kontrolüdür” bence. Sinirlerinize kısa devre yaptırtarak kontrol kalemi vazifesi görürler bu şahıslar. Ayrıca başarılı insanlardır bunlar. Çünkü senin dengeni bozmayı başarmışlardır velhasıl.

Ah bu insanlar! Hele bir güçlenmeye görsün denge menge tanımaz. Oturdukları denge terazisinin kefesinde kendi dengelerini havalara uçururken diğerlerininkini yere çakarlar vallahi. Havalara uçmuş dengesiyle tepeden bakarlar dengelerini yerle bir ettiklerine. Kendi de dengede değildir elbette. Güçlendikçe vefasızlaşır ama adı profesyonel davranmaktır. Güçlendikçe acımasızlaşır adı işe duygu katmamaktır. Güçlendikçe şahsiyetsizleşir adı iş yürütmektir. İnsan güçlendikçe kendisine verilmeyen hakları bile verilmiş gibi uygulamaya kalkıyor. Kendini diğerlerinden güçlü kılacak bir sürü işkence yöntemleri bularak dengesini alt-üst ettiklerine uygulamaya kalkıyor. Başkalarına üstünlük taslıyor ve kendi kurallarına uymaya zorluyor. Yalan söylüyor herkes ona inanıyor çünkü o güçlü. Alay ediyor, dalga geçiyor çünkü; her şeyin en iyisini o biliyor. İddia ediyor çünkü; ikna etmeye çalışıyor. İkna olmazsanız da canınıza okuyor. Hep 1-0 önde başlıyor güçlü olan bu oyunda. Güçlü olduğu için ezmek onun hakkı. Ceza çekmekte güçsüzün sonu oluyor ne yazık ki. Hayvanların adı kullanılarak anlatılan bir hikâye var ki çok hoşuma gidiyor. Öyle güzel anlatıyor ki güçlüyle güçsüzün adaletini.

Veba, ormanın tüm hayvanlarını kırıp geçirmektedir. Aslan (güçlü) bu duruma çözüm için bir toplantı düzenler ve bir komisyon kurar. Kanısınca ormana vebayı, günahkârı cezalandırmak için tanrılar yollanmıştır. Eğer herkes günahlarını itiraf eder de, en günahkâr tanrılara kurban edilirse, o zaman bütün orman hayvanları vebadan kurtulacaklardır. Aslanın huzurunda günahlar dile getirilmeye başlanır. Örneğin aslan acıkınca kendini tutamayıp koyunları ve çobanı yemiştir! Heyetteki hayvanlar hemen hemen bunun günah sayılmayacağını söylerler: Ne de olsa, o orman kralıdır (güçlüdür) ve bu kadarına hakkı olacaktır artık! Sonra kaplanlar ve ayılar da aslanın günahından az olmayan günahlarını itiraf ederler. Sonuç aynı aslanın ki gibidir. Onlar güçlü ve bu haklara sahiptir. En sona “eşek” kalır. O da acıkınca, mecbur kalıp tapınağın bahçesinde ki otları! Yemiştir. En büyük günahkâr! Bulunmuştur. Komisyon böylece en büyük günahkârın “eşek” olduğuna karar verir. Bu nedenle, tanrılara kurban edilmesi gereken kişi diğer günahkârlar kadar güçlü olmayan eşektir.

Nefesleri tükenen ama nefisleri tükenmeyen insanlar güçlendikçe eziyor, ezdikçe de dengemizi bozuyor. Bırakın uğraşan değil, uğraşılan olun. Yalan söyleyen değil, kandırılan olun. Kalpleri kıran değil, kalbi kırılan olun. Ezen değil, ezilen olun. Adaletin terazisi her zaman hayvanlar âleminde ki gibi olmayacaktır. Mahşer kurulup, herkesin helallik almak için birbirini kovaladığı o büyük hesap günün de kovalayan değil de aranılan olun.

Kendi dengemizi başkalarıyla dengelemek zor iş aslında. Kimse kimseyi değil, herkes kendini dengeler. Ben izin vermediğim sürece beni üzemezsiniz. Ben istemediğim sürece sinirlerimi alt-üst edemezsiniz. Ben mutluysam beni mutsuz edemezsiniz. Ben dengeliyim aslında benim dengemi bozmaya çalışan dengesiz de sizsiniz!


Dengenizin dengede olduğu dengeli günler dilerken hiçbir densize dengenizi bozmasına müsaade etmeyin diyorum.

alıntıdır Leyla YARGI MANTAR




Düşünceler, geçmiş ve gelecek, yeni bilinç







Modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen onyedinci yüzyıl düşünürü Descartes; "Düşünüyorum, öyleyse varım" sözünü, temel gerçek olarak değerlendiriyordu, ancak büyük bir hata yapmıştı. Bu aslında şu sorunun cevabıydı: Mutlak bilebileceğim herhangi bir şey var mı? Hiç şüphesiz her zaman düşündüğünü anlayarak ve bunu Varlık ile bağdaştırarak, kendini düşünceyle tanımlamıştı. Nihai gerçek yerine aslında egonun kökenini bulmuştu, ama bunu bilmiyordu. Yaklaşık üç asır sonra, bir düşünür Descartesın bu sözünde neredeyse diğer herkesin gözünden kaçan bir noktayı yakaladı. Bu kişinin adı "Jean-Paul Sartre" (Foto) idi. Descartes'ın "Düşünüyorum, öyleyse varım," sözünü derinden inceleyen Sartre, sonunda kendi sözleriyle şunu anladı: "Ben diyen bilinçle, düşünen bilinç aynı değildir".




Sartre bununla ne demek istemişti?




Eğer düşündüğünüzün farkındaysanız, o farkındalık düşünme sürecinin bir parçası olamaz; dolayısıyla, bilincin farklı bir boyutu olması gerekir. Ve "ben" diyen de o farkındalıktır. İçinizde düşünceden başka bir şey olmasaydı, düşündüğünüzü dahi bilemezdiniz. Rüya gördüğünün farkında olmayan biri gibi olurdunuz. Rüya gören kişinin, rüyadaki imgelerle kendini tanımlaması gibi, siz de kendinizi düşüncelerle tanımlardınız. Birçok kişi halâ bu şekilde yaşamakta, uyurgezer gibi ortalıkta dolaşmakta, uyuduğunu dahi bilmemekte, sürekli olarak aynı kabus gerçekliği yeniden yaratan zihin yapısının tutsağı olmaktadır.




Rüya gördüğünüzü bildiğinizde, rüya içinde uyanıksınız demektir. Yani başka bir bilinç boyutu devreye girmiştir. Sartre'nin içgörüsü muhteşemdir, ama keşfettiği şeyin önemini kavrayabilmek için, o da kendisini düşünceyle tanımlamaktadır.
Yeni bilinç boyutunun ortaya çıkışı


Yeni bilinç boyutunu, hayatlarının bir noktasında, trajik bir kayıp yaşayarak, keşfeden insanların sayısı çoktur. Bazıları sahip oldukları her şeyi, bazıları çocuklarını, ya da eşlerini, sosyal pozisyonlarını, ünlerini, ya da fiziksel becerilerini kaybederler. Bazı durumlarda, bir doğal felaket, ya da savaş yaşandığında, bütün bunları bir anda kaybederler ve ellerinde hiçbir şey kalmadığını görürler. Buna bir sınır durumu diyebiliriz.




Kendilerini tanımladıkları, kendilerine benlik duygusu veren her şeyleri ellerinden alınmıştır. Sonra, aniden ve açıklanamaz bir şekilde, ilk anda hissettikleri yoğun korku veya acı, yerini kutsal bir Varlık duygusuna, derin bir huzura ve korkudan tam bir özgürleşmişliğe bırakır. Bu tüm anlayışın ötesine geçen Tanrısal bir huzurdur. Bu aslında mantıklı görünmeyen bir huzurdur ve bunu deneyimleyen insanlar kendilerine şöyle sormuşlardır: Böyle bir durum karşısında nasıl oluyor da huzurlu olabiliyorum?




Egonun ne olduğunu ve nasıl çalıştığını anladığınızda, bu sorunun cevabı aslında gayet basittir. Kendinizi tanımladığınız, size benlik duygusu veren biçimler çöktüğünde, ya da elinizden alındığında, ego da çöker, çünkü ego biçimle tanımlamadır. Geride kendinizi tanımlayabileceğiniz bir biçim kalmadığında, siz kim olursunuz ki? Etrafınızdaki biçimler yok olduğunda, ya da ölüm yaklaşırken, Varlık ya da Benlik duygunuz, biçimle iç içe geçmişliğinden tamamen arınır: Ruh, maddedeki tutsaklığından kurtulur. Öz kimliğinizi, biçimi olmayan, kendisini her yana yayan - tüm biçimlerden ve tanımlamalardan önce var olan bir Benlik olarak algılarsınız. İşte Tanrısal huzur budur.




Kim olduğunuzla ilgili nihai gerçek, ben buyum ya da ben şuyum değil, Ben'dir. Ne var ki trajik bir kayıp yaşayan herkes, bu uyanışı deneyimlemez. Bazıları hemen güçlü bir zihinsel imge - düşünce biçimi yaratarak, kendilerini şartların, başka insanların, adaletsiz kaderin, ya da Tanrı'nın bir kurbanı olarak görürler. Bu düşünce biçimi ve yarattığı duygular; öfke, kırgınlık, kendine acıma gibi, sahte bir kimlik oluşturur ve trajik kayıpla çöken diğer tüm tanımların yerini alır. Diğer bir deyişle, ego hemen yeni bir biçim bulur. Bu yeni biçimin son derece mutsuz bir kimlik olması, egoyu hiç endişelendirmez, çünkü bir kimliği olduğu sürece, iyi ya da kötü olmasını umursamaz. Aslında, bu yeni ego daha katı, daha kasılmış ve daha delinmez olacaktır.




Trajik bir kayıp yaşandığında, ya direnir, ya da teslim olursunuz. Bazı insanlar derin bir kırgınlık yaşarlar; bazıları ise şefkatli, bilge ve sevgi dolu bir hale gelirler.




Teslim olmak, olanları içtenlikle kabullenmek, kendinizi yaşama açmak demektir. Direnç, egonun sertleşen kabuğu, içsel büzülmesidir. Bu durumda kendinizi yaşama kapatırsınız. İçsel direnç durumunda yapacağınız her şey, ki buna olumsuzluk adını veriyoruz, daha fazla dış direnç yaratacak, evren sizin tarafınızda olmayacaktır, yaşam size yardım etmeyecektir. Eğer panjurlarınızı kapatırsanız, güneş ışığı içeri giremez. Ama içtenlikle teslim olduğunuzda, yeni bir bilinç boyutu kendiliğinden açılıverir. Eğer eyleme geçmek, bir şey yapmak gerekli ise, eyleminiz bütünle uyum içinde olacak ve yaratıcı zeka - koşulsuz bilinç tarafından desteklenecektir. O zaman şartlar ve insanlar size yardımcı olacaktır. Hiç beklemediğiniz tesadüf'ler gerçekleşecektir. Eğer hiçbir eylem mümkün değilse, huzur içinde olursunuz ve teslimiyetle birlikte içsel dinginlik gelir, çünkü Tanrı'ya teslim olmuşsunuzdur.

(Eckhart Tolle - Var olmanın gücü)
Yarın kimseye vaad edilmemiştir, şimdide olun!





Kendimizi evlendiğimizde, hayatın daha iyi olacağına inandırırız. Evlendikten sonra, bir, veya iki çocuğumuz doğduktan sonra, hayatın daha iyi olacağına inanırız. Sonra, çocuklar yeterince büyük olmadıkları için kızar, onlar büyüyünce daha mutlu olacağımıza inanırız. Bundan sonra, ergenlik dönemlerinde çocuklarla uğraşmamız gerektiği için öfkeleniriz. Kendimize, çocuklarımız bu dönemden çıkınca, daha mutlu olacağımızı, yeni bir araba alınca, güzel bir tatile çıkınca, emekli olunca, yaşantımızın dört dörtlük olacağını söyleriz. Gerçek şu ki, şu an'daki an'dan daha iyi bir zaman olmadığıdır. Eğer şimdi değil ise, ne zaman?




Hayat her zaman mücadelelerle dolu olacaktır. Bunu kabul edip, her ne olursa olsun, mutlu olmaya karar vermektir. Alfred D. Souza şöyle der: "Uzun zamandan beri, gerçek hayatın başlamak üzere olduğu izlenimine kapılmıştım, fakat her zaman yolumun üzerinde bir engel, öncelikle erişilmesi gereken birşey, bitmemiş bir iş, hizmet edilecek zaman, ödenecek bir borç oldu. Sonra hayat başlayacaktı. Sonunda anladım ki, bu engeller benim hayatımdı." Bu görüş açısı, mutluluğa giden bir yol olmadığını ve mutluluğun kendisinin bir yol olduğunu gösterdi. Öyleyse sahip olduğumuz her an'ın kıymetini bilip, mutluluğu özel biriyle paylaştığımız için, ona daha fazla değer verelim. Zaman hiç kimse için beklemeyeceği için;




• Okulu bitirene kadar,

• 100 milyon kazanana kadar,

• Çocuklarınız olana kadar,

• Çocuklarınız evden ayrılana kadar,

• İşe başlayana kadar,

• Evlenene kadar,

• Cuma gecesine kadar,

• Pazar sabahına kadar,

• Yeni bir araba, ya da ev alana kadar,

• Borçları ödeyene kadar,

• İlkbahara kadar,

• Yaza kadar,

• Sonbahara kadar,

• Kışa kadar,

• Maaş gününe kadar,

• Şarkınızı söylenene kadar,

• Emekli olana kadar,

• Ölene kadar..




..beklemeyelim! (Murathan MUNGAN)




Mutlu olmak için, içinde bulunduğunuz 'an'dan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur. "Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha alçakta. oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır." (Eckhart Tolle)
Zaman ve Düşünceler birbirinden ayrılamaz!





Bir an, Dünya'nın insan yaşamından yoksun olduğunu, onun üzerinde sadece bitkilerin ve hayvanların bulunduğunu hayal edin. Sizce o halâ bir geçmişe ve bir geleceğe sahip olur muydu? Bu durumda zaman'dan anlamlı bir biçimde söz edebilir miydik? Eğer orada, "Saat kaç?" ya da "Bugün günlerden ne?" diye soracak biri yoksa, bu sorular gerçekten anlamsız olacaklardı. Meşe ağacı, ya da kartal böyle bir soru karşısında şaşırabilirdi. "Ne zamanı?" diye soracaklardı onlar. "Eh, elbette o şimdi'dir, başka ne olabilir ki?" Zihin neden Şimdi'yi yadsıma ya da ona direnme alışkanlığındadır? Çünkü o geçmiş ve gelecek olan "zaman" olmadan işlev yapamaz, kontrolü elinde tutamaz, böylece o zaman'sız sonsuz Şimdi'yi bir tehdit olarak algılar.




Zaman ve zihin birbirinden ayrılmaz!




Evet, bizim bu dünyada işlev yapabilmek için zamana olduğu gibi, zihne de ihtiyacımız var, ama bir an gelir, onlar bizim yaşamımızı ele geçirirler ve o noktada işlev bozukluğu, acı ve ızdırap başlar. Zihin, kontrolü elinde tutabilmek için, sürekli şimdiki an'ı, geçmiş ve gelecekle örtüp, gizlemeye çalışır. Böylece, Şimdi'den ayrılmaz olan Var'lığın canlılığı ve sonsuz yaratıcı potansiyeli zaman tarafından örtülürken, gerçek doğa da zihin tarafından örtülür. Zaman yükü gittikçe artarak, insan zihninde birikime yol açar, böylece tüm bireyler bu yük altında ızdırap çekerler.




Onlar bu şekilde çok değerli olan bu an'ı görmezden geldikleri, ya da yadsıdıkları veya onu var olmayan gelecek bir an'a ulaştıracak bir vasıtaya indirgediklerinde, bu yükü artırırlar. Bu nedenle zaman, kolektif ve bireysel olarak insan zihninde bir birikim ve ayrıca geçmişten kalan büyük miktarda acı kalıntısı barındırır.




Artık kendiniz ve başkaları için acı yaratmak istemiyorsanız, eğer halâ içinizde yaşamını sürdüren geçmiş acının kalıntısını artırmak istemiyorsamz, artık yeniden zaman yaratmayın, ya da en azından yaşamınızın günlük veçheleriyle başa çıkmak için, gerekli olandan daha fazla zaman yaratmayın.
Zaman yaratmak nasıl durdurabilir?


Şimdiki an'ın, sahip olduğunuz tek şey olduğunu derinden idrak edin ve Şimdi'yi yaşamınızın odağı yapın. Daha önce zamanda yaşayıp, Şimdi'ye kısa ziyaretlerde bulunurken, artık Şimdi'de yaşayın ve yaşam durumunuzun günlük veçheleriyle başa çıkmanız gerektiğinde, geçmişe ve geleceğe kısa ziyaretlerde bulunun.




Daima şimdiki an'a "evet" deyin.




Zaten var olan bir şeye karşı direnmekten daha abes ve anlamsız bir şey olabilir mi? Şimdi olan ve daima şimdide vukuu bulan yaşamın kendisine karşı çıkmayın, olana teslim olun, yaşama "evet" deyin ve yaşamın nasıl birden size karşı çalışmak yerine, sizin için çalışmaya başladığını görün.




Aslında şimdiki an neyse odur, yani olduğu gibidir. Zihnin onu nasıl etiketlediğini ve bu etiketleme sürecinin, sürekli yargılayarak, yaşamanın nasıl acı ve mutsuzluk yarattığını gözlemleyin. Zihnin çalışma biçimini izleyerek, onun direnç kalıplarının dışına çıkarsınız ve o zaman şimdiki anın olmasına izin verebilirsiniz. Bu size dış koşullara bağlı olmayan bir iç özgürlük, gerçek iç huzur halini tattıracaktır. Şimdiki an, her ne içeriyorsa, onu sanki kendiniz seçmişsiniz gibi kabul edin. Daima onunla birlikte çalışın, ona karşı değil. Onu dostunuz ve müttefikiniz kılın, düşmanınız değil. Bu tüm yaşamınızı mucizevi biçimde dönüşüme uğratacaktır.




Kaynak:

(Eckhart Tolle - Şimdinin Gücü)