Booking.com

Hz. Mevlâna ve Ölüm

Her canlı varlık için ölüm kaçınılmazdır

Mevlana ve Ölüm
Birçok insana "ölüm" son derece ürkütücü, umutsuz, her şeyin sonu olarak görünür. O gizem dolu kara bir boşluktur, çünkü o, insanların var olduğunu bildikleri tek yer olan fiziksel dünyadan kopmayı temsil eder. İnsan ölmek için doğar, sonra yaşlanır, daha sonra gitgide canlılığını kaybeder ve sonunda ölür. Bu kısacık Dünya yaşamı, incecik bir ipliğe bağlı olarak havada asılı kalır, o her an acımasız ve kaygısız kopabilir. Kopma ertelense de, son'un bir gün geleceği kesindir. Sonunda "Yıkım" bedeni kollarına alır, sessizliğe taşır, toprak altında solucanlar onun tahribatı ile bir süre ilgilenir, ancak onlar da diğer Dünya varlıkları gibi tahrip olmaya mahkumdur.
Hayatta bir çok şey gibi, ölüm bilinmeyendir, gizem ve batıl inançlarla örtülüdür, ancak, o eninde sonunda herkesin deneyimlemek zorunda kaldığı bir şeydir. Onu zihnimizin gerilerine itmeyi, hiç düşünmemeyi istesek de, bedenin ölümlü olduğunu, bir gün son nefesini vereceğini biliriz. Peki sonra ne olacaktır? Kendimiz olarak kabul ettiğimiz kişiliğimiz, o fiziksel kabukla birlikte yok mu olacak? Kur'an-ı Kerim'de "her canlı (nefis) ölümü tadacaktır, sonunda bize döndürüleceksiniz," (Ankebût, 29/57) ayetiyle, ölümün her canlı varlık için kararlaştırılmış bir durum olduğu belirtilir.
"Biz Allah'a aidiz ve yine O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) ayeti de ölümü bir yok oluş değil, insanın aslına Allah'a kavuşması, gerçek hayatı ve ebediliği kazanması olarak niteler.
Peygamber efendimizin (sav): "Müminler katiyen ölmezler, ancak fani (geçici) bir alemden, baki (ebedi) bir aleme intikal ederler" ..hadisi de aynı anlamdadır. Bu yüzden Mevlâna, ölüme kara gözlüklerle bakmaz. Mesnevinin ilk beyitlerindeki "ney" metaforu gibi, insan dünyada iken gurbettedir, ölüm, onu asıl vatanına ve sevgilisine kavuşturur.
Tasavvuf düşüncesinde ölüm iki türlüdür: İradi ölüm ve zaruri ölüm. Zaruri ölüm, insanın tabi ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır, iradi veya ihtiyari ölüm ise; Peygamber efendimizin (sav); “Ölmeden önce ölünüz” hadisinin Mevlâna dilinden söylenişidir. Ona göre bedensel ölmek, Allah’a kavuşmanın tek yoludur, Hakk'ın hikmetlerinde kendini kaybetme makamıdır. Bu bir yok olmak değildir, nefis ölmez, nefis islah olmuştur.
Mevlâna iradi ölümü eserlerinde şu cümlelerle vurgular:
Bu durum, ölümün zahirine (gözle görülene) bakanlar içindir, işin özüne bakıp, batını (kalp gözüyle) görenlere ölüm, Allah’tan gelen Ruh'un, yine O’na yükselmesidir. Çünkü İnsan Ruh'u bedende olduğu sürece, geldiği ve döneceği aleme göre zindandadır, nitekim Mevlâna şöyle der:
“Sen yaşıyorum sanırsın, aslında beden zindanında mahbussun. Zindandan kurtulur, beden kuyusundan çıkabilirsen, Yusuf gibi Mısır’a sultan olursun.”
İnsan oğlunun başına bu dünyada en çok gelen şey, bela, sıkıntı ve üzüntü'dür. Ara sıra iyilik de gelir, fakat zahmetler, incitici şeyler, o ara sıra gelen iyiliği de unutturur. Ara sıra gelen hoşluklar olsa bile, yine onda çeşitli felaketler gizlidir. Eğer insan, ibret nazarı ile bakacak olsaydı, hayatı ve iyi geçimin yalnız öbür aleme mahsus olduğunu anlayacaktı. İyi inanmış olan bunu böyle bilir, çünkü bu hali bilip, anlamak, içinde yaşatmak, ehli imana mahsustur.
"Nefsini öldüren, Hak ile baki olur (kalıcı olur), bu sebepten Hak sırlarına aşina olur. Riyazette (nefsin isteklerini yenmede) ten'in (bedenin) ölümü hayattır, ten yok olursa, Ruh ebedileşir." (Mesnevî, 111/3386-87)
Mevlâna; tabii ölümü de bu hayattan ayrılıp, ölümü olmayan ebedi bir hayata ulaşma olarak niteler. İnsan genel anlamda iki unsurdan ibarettir: Ruh ve beden. Ruh mücerrettir (soyuttur), zamana ve mekâna bağlı değildir, bu itibarla ölümsüzdür. Ruh bu sıhhati Cenab-ı Hak'tan almıştır. Hayy ve baki(diri ve ebedî) sıfatlarının sahibi olan yüce Allah, kendi Ruhundan insanlara Ruh üfürmüştür. (Hicr, 15/29)
Bu sebeple ölüm ile bedenin yok olması, Cenab-ı Hak ile İnsan arasındaki perdenin kalkmasıdır. Nitekim bir fizik kanunu olarak hiç bir varlık yoktan var olamaz, var ise yok olamaz, ancak bir halden diğer hale geçer. Dolayısıyla ölünce, beden kafesinden çıkan Ruh, aslına geri döner.
Mevlâna bu fikirleri..
"Ölüm kavuşmadır, cefa etmek, kin gütmek değil" (Rubailer, 38)
"Ölürsem ben, öldü demeyin, çünkü ölüydüm, dirildim, dost aldı götürdü beni." (Rubailer, 100)
..sözleriyle dile getirirken, kendisinin bu alemden ayrıldığı geceye de "Şeb-i arus" (düğün gecesi) demiştir.
Mevlâna'nın şu gazeli, onun ölümle ilgili düşüncelerinin en anlamlı ifadesidir:
"Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma, bu çeşit bir şüpheye düşme. Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem, işte o zaman yazık yazık demenin sırasıdır.
Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır. Beni kabre indirip bırakınca, sakın elveda, elveda deme, zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan gelir ki? Sana batmak görünür, ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür, ama o canın kurtuluşudur. Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun? Hangi kova kuyuya salındı da, dolu dolu çıkmadı? Can Yûsufu ne diye kuyuda feryad etsin? Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç, zira senin hay-u huyun, mekânsızlık aleminin fezasındadır."
Mezarı canın kurtuluş yeri, ölmeyi batan güneşin yeniden doğmaya hazırlığı olarak niteleyen Mevlânâ, ölüm ile uyku arasında da bir benzerlik kurar. Uyku ölümün kardeşidir, sözüne ait fikirlerini şöyle dile getirir:
"Ey kardeş, "uyku, ölümün kardeşidir", çünkü o kardeş, bu kardeşten belli olur." (Mesnevi, İV/3084)
Mevlanaya göre sabahleyin uykudan uyanmak ta, mahşerde dirilmenin bir örneğidir;
"Sabah uyanınca aklımız nasıl bedenimize geliyorsa, herkesin canı da öyle bedenine girer. Her ruh, kendi bedenine girer. Kuyumcunun Ruhu, terzinin vücuduna girmez. Alimin canı, o alimin bedenine, zalimin Ruhu, o zalimin tenine girer. Ayak bile karanlıkta kendi ayakkabısını keşfederken, Can niçin tenini bilmesin? Sabah vakti küçük haşırdır, büyük hasrı ondan kıyas et. Uyku ve uyanıklık, akıllılar için ölümle mahşere iki şahittir, küçük haşr, büyük haşrın, küçük ölüm, büyük ölümün örneğidir." (Mesnevi, V/l781-96)
Uyku ve uyanmak ile, mademki her gün ölümün bir benzerini yaşıyoruz, o halde bundan ders alıp, ölümü karşılamaya hazırlanmalıyız:
"Ölüm için ihtiyat gerekir. Akibeti, haşri görenler için de zevk-u safa. Ölümü Yûsuf gibi gören, canını feda eder. Kurt gibi görense, doğru yoldan ayrılır.
Ölüm, herkese kendi rengindedir, saf ayna iyiyi de, kötüyü de gösterir. Güzel yüz aynada güzeldir, çirkin yüz de çirkin. Sen ölümden korkup kaçıyorsun, bil ki, seni asıl kendi çirkinliğin korkutmakta. Gördüğün kendi çirkin yüzün, ölümün yüzü değil, Can'ın o suretten ürktü. İyi de, kötü de senden yetişmiştir. Çirkin de, güzel de kendi elinle kazandığındır." (Mesnevi, III/ 3458-65)
"Sen müminsen, tatlı isen, ölümün de mümin olur, kâfir ve acı isen, ölümün de kâfirdir." (Ariflerin Menkıbeleri, II/12)
Mevlâna, insanların ölüm gerçeğini görüp, dostun huzuruna eli boş çıkmamalarını, ebedi hayat için hazırlık yapmalarını öğütler:
"Hiç bir ölü, öldüğü için hasret çekmez, ancak taati'nin (ibadet etmenin) azlığına yanar. Yoksa ölen kimse; kuyudan ovaya çıkmış, zevk-u safa meclisine ulaşmıştır. Bu daracık matem yurdundan ferahlayıp, geniş bir ovaya göçmüştür. Orası doğruluk yeridir, orada yalan yoktur. Ayranla sarhoş olan, has şarabı ne bilsin? Orası öyle bir doğruluk yurdudur ki, Hak onlarla beraberdir. Su ve çamurdan (bedenden) kurtulmuş, Nur ile dostturlar. Bu hayat için bir iki nefesin kaldı, bari gayret et de, ercesine (Er gibi) öl." (Mesnevi, V/1774-79)
"Hayat imanla ebedidir. Yoldaşın imân olursa ölmezsin." (Mesnevî, III/3399)
Mevlâna; iradi ölüm, zaruri ölüm, ölüm korkusu ve ölüme hazırlığı şu mısralarla özetler:
"Aşksız olma ki ölmeyesin, Aşkla öl ki diri kalasın." (Rubailer, 181)
"Tenini besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak, yücelere gidecek, şereflenecek odur."
"Ölüm kavuşmadır, cefa etmek, kin gütmek değil." (Rubailer, 38)
"Ben ölürsem, öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, dirildim, dost aldı götürdü beni." (Rubailer. 100)
Kaynaklar:
Murat Uhrayoğlu "Yaratılış Gerçekliği"
Dolores Cannon "Ölümün Ötesi"
alıntıdır

Kanseri Şekerle Beslemeyin



Kanser hastalarının şeker tüketiminin nasıl olması gerektiğini anlatan uzmanlar, kanser hücrelerinin şekerle beslendiklerini söylediler.

Çok şeker tüketiminin hormonal, hücresel pek çok zararlı etkisi var. En önemlilerinden biri de şeker tüketiminin kanserle olan alakası. Araştırmacılar kanser hücrelerinin en sevdiği gıda olan şekere karşı herkesi uyarmakta. Çok şeker tüketiminin kanserin beslenmesinin önünü açmak olduğunun altını çizen Medicana Hastaneler Grubu Onkoloji Koordinatörü Doç. Dr. Mutlu Demiray, şeker yerine tatlandırıcı kullanmanın da yanlış olduğunu vurguladı.


Şeker kullanımında düzenlemelere gidiliyor


Artık birçok ülkede kanseri besleyen yönü nedeniyle şeker kullanımının azaltılmasına yönelik düzenlemeler, yaptırımlar uygulanmakta. Son olarak geçtiğimiz dönemde İngiltere’de bu yönde bir düzenleme yapılmıştı. Buna göre şirketlere, içeceklere kullandıkları şeker miktarına göre fazladan vergi koyulması gündemde. Nisan 2018’de yürürlüğe girecek olan vergiyle yılda 520 milyon sterlin toplanması bekleniyor. Türkiye’de de içeceklerde kullanılan şeker oranlarına yönelik benzer bir düzenlemenin yapılmasını doğru bulan Demiray, “Vücudun şekere ihtiyacı var, şeker enerji kaynağıdır ve onsuz yaşamamız mümkün değil. Ancak şekerin fazlası çok çok zararlı” diyor.


Kanser hücreleri şekerle besleniyor


Bunun yanında açlık kan şekerinin yüksekliği ile kanser oranları arasındaki alakayı gösteren araştırmalar da var. M.D. Anderson Kanser Merkezi’ndeki çalışmalarda; sigara kullanmayan, glisemik indeksi yüksek yiyecek ve içeceklerle beslenen insanlarda kansere rastlanma oranının yüzde 49 daha yüksek riske sahip olduğunun belirlendiğini söyleyen Demiray, “Özellikle akciğer kanserinin squamöz hücreli alt grubunda bu bulgular daha belirgin. Çalışmada saptanan diğer önemli bir nokta da tüketilen toplam şekerin değil, işlenmiş olup kana hızlı geçen şekerin kanser riskini arttırması. Bu noktada ‘glisemik indeksi yüksek demek’ hızlıca kana geçerek kan şekerini yükselten ve ani olarak insülin salgısını da arttıran şeker anlamına geliyor” dedi.


Günde ne kadar şeker tüketmek gerek


Uzmanlar, günlük tüketilmesi gereken şekerin erkekler için 9 çay kaşığı, kadınlar içinse 6 çay kaşığı olduğunu söylüyorlar. Bu miktarlar kalori cinsinden hesaplandığında erkekler için 150 kalori, kadınlar için de 100 kaloriye denk geliyor. Birçok kişi ise günlük bu oranı kolaylıkla ikiye katlamakta. Şeker alımını azaltmak için içeceklerden konserve gıdalara, salata soslarından ekmeklere kadar birçok yiyecek ve içeceğin ihtiva ettiği şeker oranlarına bakmak gerektiğine vurgu yapan Demiray, “Artık bu konuda bilinçli hareket etmek gerek. Ürünlerin etiketlerindeki fruktoz, laktoz, sükroz, maltoz, glükoz ya da dekstroz gibi maddelerin oranına dikkat edilmesi gerekiyor” dedi.




alıntıdır

SAKLI EVRENDEKİ ZİHİN

 

 İnsan beyni, sadece bir greyfurt büyüklüğünde, avuç içinde tutulabilecek süngerimsi bir kütledir. Ama bu 1.5 kiloluk evren, bizleri, Tanrı'nın yaratmış oldukları arasında özel kılmaktadır.


Beynin İçine Bir Bakış
Beyin üzerindeki çalışmalar binlerce yıldır karanlık bir gizemdi, ama bugün bu pembemsi gri madde yığını, bazı sırlarını vermektedir. 1972 Nobel ödülü sahibi Gerald Edelman, "Son 10 yılda beyin hakkında, bütün tarih boyunca öğrenmiş olduklarımızdan çok daha fazlasını öğrendik." diyor.
Beyin bilgisindeki patlama, araştırmacılar için hem merak hem de sıkıntı kaynağı yaratmıştır. Kanadalı psikolog Marc Caron, "Her yeni bir şey öğrendiğimizde, on yeni soru ortaya çıkıyor" diyor. "Derine doğru indikçe, bu sistemlerin sonsuz bir kompleks olduğunun farkına varıyorsunuz. "
Ama biz beynin karmaşıklığından daha fazlasını göz önünde bulundurmalıyız. Daha önemli olan şey, bu dinamik ikili, yani beynimiz ve zihnimiz arasındaki ilişki ve bu ilişkinin yaşamımızdaki anlamıdır.


 
 Zihin Nedir?
"Zihin" dediğimiz şey nedir? Elbette ki, zihin dediğimizde, şuurlu "Ben"i düşünmekteyiz. Webster Sözlüğü bize zihnin "hisseden, algılayan, düşünen, isteyen ve akla vuran unsur" olduğunu söylemektedir.
Bu ilk bakışta zihni açıklıyor gibi gözükmektedir, ancak aslında açıklanamamaktadır. Nörolog Richard Restak şunu belirtmektedir: "Bizler, düşünürken kelimelerin anlamlarını anlamaktayız, sonuçta anlayabileceğimiz çok az şey olduğunu kabul etmeliyiz."


Algılama veya düşünce veya istek veya akla vurma nedir aslında? Zihnimizden, sanki ne olmakta olduğunu anlıyormuş gibi bahsederiz. Zihnimizin uyuştuğundan veya aklımızı kaybetmekten bahsederiz. Bazı durumlara "akılsızlık" deriz veya o kişinin aklını kaçırdığını öneririz.
İmkansız olmasa bile zihni tarif etmek zor olabilir. Ama zihinlerimiz kadar önemli şey yoktur. Dünyayı anlamlı kılan bizim zihnimizdir. Dr. Restak, "Zihin, yaşamımıza anlam ve hedef kazandırır." diyor. Kendimize insan türüne has sorular sormamıza izin verir: Neden buradayız? Yaşamımızın amacı nedir?
Ama bu önemli soruları soran sadece beyin hücreleri midir? İnsan düşüncesi, akla vurma, karar alma ve yaratıcılık sadece beynin nöronlarının açılıp kapanmasından mı ibarettir?


İki temel düşünce akımı, bu soruyla çarpışmıştır. Materyalistler zihnin, beynin çalışmasından başka bir şey olmadığını iddia ediyor. Bununla birlikte düalistler, beyne eklenen maddi olmayan bir özün, zihni, yani şuurlu benliğimizi oluşturduğunu söylemektedir.
Bununla birlikte son yıllarda Nobel ödüllü "ayrık-beyin" araştırmasının babası Roger Sperry tarafından üçüncü bir görüş savunulmaktadır. Açıklamasını, yukarıdan aşağıya kontrol prensibine dayandırmaktadır.
Dr. Sperry bunun yeni bir zihinsel görüş olduğunu söylüyor. "Şeyler, sadece aşağıdaki atomdan yukarı doğru moleküler faaliyetler tarafından değil, ama aynı zamanda politik, sosyal ve diğer güçler tarafından kontrol edilmektedir."


Beyin nöronlarının düşüncemizi belirlediğini kabul etmektedir; onun terimiyle "bilişim olayları". Ama Sperry, "Zihinsel olaylar bir kere ortaya çıktığında, beyin aktivitesini belirlemek için aşağı doğru kontrolü dayatırlar" diyerek daha da ileri gitmektedir. Ona göre son kertede, düşünce oluşumunun tamamı hala beyinden kaynaklanmaktadır. Sperry 'nin görüşüne göre, sadece beyin hücreleri ateşlemelerinden çıkan yüksek zihinsel fonksiyonlar ortaya çıkar ve sonunda kontrolü ele alır.
Birçok davranışçı bilim adamı "mantalizm" fikrine kaymıştır. Ancak fizik, kimya, moleküler biyoloji gibi daha belirli bilimlerdeki bilim adamları böyle yapmamıştır.


Materyalistler ve Düalistler
Bugün, beyin araştırıcılarının hepsi materyalistçe çalışmaktadır. Nörolog Michael Gazzangina materyalizmin " 20. yüzyıldaki eğitimli insanların ortak kabulü olduğunu" söylemektedir.
Bilim adamı, filozof ve yazar Carl Sagan "beynimiz eşittir zihnimiz" fikrinin sözlü temsilcisidir. Aden Ejderhaları adlı kitabında "beyin hakkındaki temel önerim, onun işleyişinin, ki biz buna bazen zihin diyoruz, onun anatomisi ve fizyolojisinin çalışmasının sonucudur, başka bir şey değil."
Yeterince doğrudur, beynimiz olmadan düşünemeyiz. Ama beyin bizim için düşünür mü, yani zihnimiz için? Cevap Sherlock Holmes'un Watson'a açıkladığı gibi basit değildir.
Biz insanlar -beyinle uğraşan en parlak bilim adamları da dahil-kendimizi bir çıkmazda buluyoruz. İnsani zihnimizi kullanarak insan zihnini anlamaya çalışıyoruz. Bir şey, kendini anlayabilir mi?


Bilim, maddi olmayan fakat mevcut olan bir özü veya enerjiyi kanıtlayabilecek veya çürütebilecek hiçbir yola sahip değildir. Ve bazıları bunu inkar etmesine rağmen, özgür bir zihin, bunu herhangi bir temel beyin araştırmasında gösterme eğilimindedir.
Örneğin biz, şuurlu bir şekilde, beynimizin ve bedenimizin bize tepki vermesini isteriz. 1,5 Kiloluk Evren adlı kitabın yazarlarının da pek güzel bir şekilde belirttikleri gibi, bu bir bilmece yaratır.
"Kütlesi, elektrik yükü, hızı, hiçbir maddi özelliği olmayan bir düşünce, fiziksel bir organ olan beynin üstünde nasıl etkide bulunur?"


Zihin / Beyin Bilmecesi
 
 Zihin nedir? Herhangi bir kişi bunu gerçekten bilebilir mi? Judith Hooper ve iki bilim dergisinin yöneticisi olan Dick Teresi, bu temel soruları cevaplamak ümidiyle bir beyin kitabı üstünde dört yıl çalışmışlardır.
Beyin ve zihnin çeşitli görünüşleri üstünde araştırmalar yapan onlarca bilim adamıyla görüşmeler yaptılar ve bu çalışmanın ürünü, çok satan bir kitap olan "1,5 Kiloluk Evren" idi.
Yazarlar, her gittiğimiz yere şu soruyu sorduk dediler: "Zihin de beyin gibi midir? Bu anılar, inançlar, arzular, ümitler ve korkular yığını bedensel bir organda, bir madde yığınında mı depolanmıştır? Şuurluluk, 10 milyarın üzerindeki sinir hücrelerinin planlanmış faaliyetinin başka bir adı mıdır?"
Yazarlar, beyin ve zihnin aynı olup olmadığı sorusuna bir cevap bulamadılar. "Biz beyin/zihin problemini şu anda tam olarak çözemediğimizi kabul ediyoruz." diye yazmıştır Hooper ve Teresi.


Temellere Geri Dönüş
Bugün zihin/beyin probleminin çözümüne neden daha yakın değiliz? Çünki bilim, basit insan iradesini açıklama girişiminde bulunduğu anda başarısız kalmaktadır.
Kolunuzu kaldırmaya karar verirsiniz. Onu kaldırırsınız. Ama sinirleri ve adaleleri ne hareket ettirmiştir? Bir gözlemci "eğer bir harekete düşünce sebep oluyorsa, o zaman biz, zihnin madde üzerindeki hakimiyetini sahneye davet ediyoruz" diye yazmıştır.
Hoşlanın hoşlanmayın, hiç kimse zihnin ne olduğunu, şuurun ne olduğunu bilmiyor. Hatta nerede olduğunu bile. Uyarıldığı zaman karar üretecek nokta, beynin neresindedir? Beynin belirli bölümlerini yok ederek düşünceye engel olabiliriz, bu doğrudur. Ama biz korteksi senfoni, resim veya politik bir karar veya bir iş stratejisi yaratması için ya da yeni bir makine icat etmesi için uyaramayız. Onu geçmişten gelen görüntüleri, sesleri ve kokuları tekrar üretmesi için uyarabiliriz. Tekrar soralım:
"Zihnimiz sadece fiziksel beyinden mi ibarettir? Yoksa o beyin altı bazı zihinsel öz ve enerjinin sonucu mudur?"


 
 Farklı Bir Öz
Son zamanlarda, bilim adamı Wilder Penfield, zihnin, beynin faaliyetinden daha fazla bir şey olduğu sonucuna varmıştır. Penfield, Montreal/Kanada'da beyin cerrahı olarak parlak ve uzun bir kariyere sahipti. O, birçok bilim adamının yaptığı gibi zihnin yaptığı her şeyi beyne dayandırıp açıklamaya çalışarak başladı bu işe. Dr. Penfield, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı kitabında şöyle yazmıştı: "Kendi bilimsel kariyerim boyunca, ben de diğer bilim adamları gibi beynin, zihnin sebebini belirttiğini kanıtlamak için mücadele ettim."
Dr. Penfield hastalarıyla daha çok çalıştıkça zihnin, beynin aktivitesinden daha fazla bir şey olduğu görüyordu. "bana zihnin, beyinden ayrı ve daha farklı bir öz olması daha mantıklı görünmektedir." diye yazmıştır.


Dr. Penfield kariyeri sırasında epilepsi kurbanı olan birçok insan üstünde ameliyatlar yapmıştı. Bazı hastaları, şuurluIuğu kontrol eden üst beyin sapından kaynaklanan epileptik nöbetler geçiriyordu.
Bu tip bir nöbet, örneğin hareket becerilerini etkilemeden, şuurluluğu saf dışı bırakabilir. Bu Dr. Penfield'in tabiriyle bir "zihinsiz otomat" yaratıyordu. Otomat, hareket becerileri kadar hafızayı da kullanmaktadır ama epilepsi nöbetindeki o kişi düşünememektedir ve şuursuzdur. Diğer bilim adamları da "otomat" fikrinden büyülenmiş ve kendi favori örneklerini vermişlerdir.


Tören sürerken şuurunu geçici olarak kaybeden sara hastası bir makinistin hikayesi vardır. O, şuursuzken, treni güvenli bir şekilde 125. Cadde istasyonundan New york'taki Merkez istasyonuna kadar getirmiş ve yol üzerindeki bütün kırmızı ve yeşil ışıkları takip etmiştir.
Otomatlar, Dr. Penfield'i neden "zihnin beyinle aynı olmadığına" ikna etmede yardımcı olmuştu? Dr. Penfield, bu tür vakaların, şuursuz olmak -dolayısıyla düşünememek- ama aynı zamanda karmaşık görevleri yerine getirmenin mümkün olduğunu gösterdiğini söylemiştir. O zaman düşünmek, yani zihnin basit bir beyin faaliyetinden oldukça farklı bir şey olmalıdır. Ama öyle midir?


 

 1963 'te Nobel Tıp Ödülünü kazanan John Eccles de beyin aktivitesinin zihni açıklamadığına inanmaktadır. Seçkin İngiliz beyin araştırıcısı, genel felsefi görüşle beynin yanlış anlatıldığını söylemektedir.
"Beynin, her şeyi yaptığını ve şuur deneyimlerimizin direkt olarak beyinsel aktivitesinin yansıması olduğunu düşünmek yanlıştır." diyor Sir Eccles. "eğer beyin her şeyi yapıyorsa, o zaman biz, yani şuurlu benliğimiz gerçekte beyin nöronlarımızın yaptığı şeylerin pasif izleyicilerinden başka bir şey değiliz" diye ekliyor Sir Eccles.
"O halde insanların sahip olduğu yaratıcılık, karar verme, irade, akla vurma kandırmacadır."
Sir Eccles, "bizim gerçekten karar verebildiğimiz ve fiillerimiz üzerinde kontrol sahibi olduğumuz inancı, sadece illüzyondur o zaman." diyor.
Sir Eccles, beynin her şey olmadığı fikrini eleştirmede açık sözlüdür. "İnsanların kurulmuş olan bütün niteliklerini almak ve bunları beyne dahil bir maddi antiteye atfetmek, bilim arenasını terk etmek ve batıl inanç sahasına girmektir" diyor. Öte yandan, materyalistler Sir John Eccles gibi düalistlerin fikirlerine eşit kuvvetle saldırmaktadır.


Zihne Ne Olmaktadır?
Eğer zihin gerçek özse o zaman, "Biz öldükten sonra zihne ne olmaktadır?" sorusuyla baş başa kalıyoruz. Wilder Penfield bu soruyu kendisi de merak etmiştir. Dr. Penfield, "Zihin kaybolduğunda ne olmaktadır?" diye sormuştur. "Eğer zihnin beyinden bağımsız olarak var olduğuna inanırsak, zihne kendi içinde temel bir unsur olarak bakılmalıdır... Bu, onun devam eden bir mevcudiyeti vardır demektir." demiştir. "Eğer zihin, ölümden sonra hayatta kalıyorsa, o beyin dışında bir enerji kaynağıyla ilişki kuruyor olmalıdır." diye tahminde bulunmuştur. "Eğer öyle değilse, zihin de ölen ve toza karışan beden ve beyin gibi sonsuza dek kayboluyordur." 


Paul Kroll
The Plain Truth, Mayıs-Haziran 1990Çeviren: Burak Erker-ARAD Şubat 2008




Düşünce gücü ve yaratıcılık bilimi


Zihin ve Düşünce


Bir çoğumuz düşüncelerimizin ne denli güçlü olduğunu duymuşuzdur, ama bunun tam olarak ne anlama geldiğini, hayatımızda ne gibi bir rol oynadığını bilmeyiz. İnsanın aklına günde yaklaşık 60000 düşünce gelir, bunların yüzde 3'ü kendinize ve diğerlerine fayda sağlayacak yapıcı, yararlı düşüncelerdir. Yüzde 25'i size ve diğerlerine potansiyel zarar verebilecek yıkıcı düşünceler, yüzde 72'si gelip-geçici zaman ve enerji kaybına yol açan önemsiz düşüncelerdir.

Hiçbir şey düşünce olmadan var olamaz. Dünya üzerinde algıladığımız her şey, istisnasız daha önce düşünce ve duygu yoluyla şekil almış ve varlığa zorlanmıştır. Düşünceler bir varlık yaratamaz, yalnız Tanrı bunu yapabilir, ama İnsan, düşünceleri ile enerjileri bir araya toplar ki, bu da çok güçlü bir işlemdir. Bu hayır için de, şer için de yapılır. Biz ya zihnimiz aracılığıyla kendimizin düşmanı, ya da olumlu düşüncelerimizle kendimizin dostu oluruz. Düşüncelerimizin gücü, bizi kendi kaderimizin mimarı yapar, düşüncelerimiz değişirse, biz de değişiriz.

Düşünceler enerjidir ve gerçek tezahürlerdir. Dünyada cehennemi düşünmek, onu alın terinizle inşa etmektir. İnsanlar nedense sayısı belirsiz olumsuz şeyler düşünür, nihayet onları oluşturacak kadar güçlü bir düşünce enerjisi yaratır, sonra onlardan korkar. Çünkü düşünce enerjidir ve Ruhumuz bu enerjiyi yönlendirir.
Düşünce ve Bilim

Bilim adamları bu yüzyılın başında, maddenin ve atomun doğasını araştırdıklarında, maddenin sandıkları gibi gerçek, yani elle tutulur bir şey olmadığını hayret ederek tespit etmişlerdir. Maddeyi elektronik enerji dalgalarından oluşan, enerji kümeleri olarak tanımlamışlar, özellikle elektronun yerini ve itici kuvvetini (Impuls'unu) yalnız olası fonksiyonları ile tarif edebilmişlerdir. Buna ek olarak, elektron ve böylece tüm maddenin bilinç (şuur) özelliğine sahip olduğuna tanık olmuşlardır. Bu bulgularla Bilim doğrudan kendisi tarafından üzerinde durduğu zemini ayakları altından çekmiştir. Bu bulgular ışığında Albert Einstein bir keresinde şöyle demiştir:

"Gitgide şu sonuca varıyorum ki, tüm evren, tek görkemli bir fikir üzerine kurulmuş."

Bazı bilim adamları düşünce gücünü, belki her şeyin ve tüm varlığın başlangıcı olarak görüyor ama, bu gücün tam olarak nasıl işlediğini anlıyamıyorlar. Çünkü bilim, birçok verilere rağmen halâ materyalist dogmasına sadık kalıp, her şeyin ölçülebilir ve deneysel olarak araştırılabilir fikri üzerine odaklanmaktadır. Bu nedenle onlara göre maddenin bir farkındalığı, ya da bir şuuru olamaz. Bu saplantılar gölgesinde, düşüncenin temelde ne olduğu hakkında, kendi tanılarının aksine, bazı gerçeklere aldırış etmeksizin yollarına devam etmekteler.

Kaba ölçü aletleri ile düşüncenin ve farkındalığın özünü/tabiatını bırak açıklamayı, bunları ölçmekten de acizler. Muhtemelen geliştirmiş oldukları basit ölçü aletleri ile *Tachyon* isimli süperluminal (ışık hızından daha hızlı) parçacıkları arayacak ve ölçmeye çalışacaklar. Halbuki kendi zihinlerindeki düşüncelerin süperluminal parçacıkları tam da bu Tachyonlar, ancak bu Tachonlar ısrarla basit ve kaba ölçüm testlerinde kendilerini göstermiyorlar.

*Tachyon Enerjisi 1966 da Gerald Feinberg tarafından öne sürüldü ve ışıktan hızlı atomaltı parçacıklar olarak tanımlandı.*
Düşünce hızı ve Madde

Fikir, bölünmez, mutlak, sınırsız bir farkındalık olduğundan, sanki bir hologramın içindeymiş gibi, uzayın her noktasında ve her zaman mevcuttur. Bu açıdan bakıldığında, aslında düşüncenin (fikrin/düşünce) herhangi ölçülür bir hızı yoktur, yalnız bilimin göreli konumu, ona zorunlu herhangi bir süperluminal hız tayin etmek ister.

Madde olan dünyamız, partiküller halinde bozulma ve bölünme yoluyla ortaya çıkar. Bu gerçeğin önemli bir bulgusu vardır; Dünyamız ve formlar böylece yalnız dualitede var olabilir, yanılsama (illüzyon) yoluyla da tecrübe edilebilir. Yani dualite gözlüğümüz olmadan maddeyi algılayamaz, idrak edemeyiz. Duyguların bize sunduğu herşey, çok kapsamlı bakış açısından mükemmel yanılsamalardır - illüzyondur (fanidir), ta ki dualite gözlüğü olmadan görmeyi öğrenene dek.

Düşünceler bizim için, görünmez hiper-ışıktır. Hiper-ışığın enerji quantları, herhangi bir hızda, anca ışık hızından daha hızlı (süperluminal) bir hızda hareket eden "Ze'on"lardır. Bilim adamlarımız onların maddi fiili yönü'nü "Sub-Quark" olarak sınıflandırır.

Bir şeyin kalitesi, görünür/görünmez olması, farklı enerji seviyesine, ya da titreşim frekansına ve oranlarına bağlıdır. Yani düşünce, görünen ve görünmeyen her şeyin özünü teşkil eder, değişen yalnız enerji seviyesidir. Tıpkı görünmez olan;

su buharı = nemli hava,
görünür su buharı = bulutlar,
..su, ya da buz'un aynı şeyler olduğu gibi.

Madde sanki şekil almış ve katılaşmış (donmuş) bir düşünce şekli gibidir. Nasıl devir hızı artan bir uçak pervanesi bizim için görünmez hale geliyorsa, bazı şeylerin elektron frekansı yükseldikçe, bizim için görünmez veya algılanamaz hale gelir.

Eğer düşünce (Frekansı) bir transformatör üzerinden gitgide yavaşlatılmış olsaydı, belli bir frekanstan sonra bize "normal" bir ışık gibi görünür hale gelirdi. Bu durumda elde edilen maddi kabuklu elektronların titreşim hızı, ışık hızı seviyesine düşmüş olacakken, elektrik yüklemesi (fotonları) olmayacaktı. Bu "normal" olarak kabul ettiğimiz ışığı, bir transformatör kanalı ile biraz daha yavaşlatmış olsaydık, madde şekil değiştirmeye başlar, deformasyon ve bölünme başlar, elektrik ortaya çıkardı. Elektronlar artık maddesel kabuklu ve elektrik yüklü - artı ve eksi gerilim taşır olacaklardı. Bilim adamlarımız bunları "elektronlar" ve "pozitronlar" olarak isimlendirir.

Düşüncelerden kaynaklanan, enerji, öz-ışık ve madde, elektronların farklı durumlarıdır. Suyun farklı durumlarını bildiğimiz için de, benzetme yoluyla elektronların çeşitli durumlarını anlayabiliriz.

• Elektron - Su
• Işık - Su
• Madde - Buz
• Düşünceler - su buharı, görünmez (Nem)
• Enerji - Buhar, görünür (Bulut)
Bilinç ve İrade

Bilinç görünür ve görünmezin arasındaki kapıdır. Düşünce gücü, bilincin odaklanmasıyla, elektronik öz-ışığı oluşturur, his ve duygular odaklanılmış nesneye şekil ve canlılık katar ve var oluşa zorlar. Biz bu yaratılış sürecini aralıksız ayakta tutarız. Çoğu düşünceler güçsüz ve kontrolsüz ansızın ortaya çıkar, bu yüzden doğrudan bir formun var olması engellenir. Tıpkı toprağın içindeki tohumların bir zaman sonra filizlenerek toprak üstüne çıkabileceği gibi, tezahür etmemiş düşünce biçimleri var olmak için, her zaman bir yerlerde bekleme halindedir. Onlara yeniden düşünce ile güç/enerji (tohuma su) katana kadar, oldukları yerde beklemede kalırlar.

Elektronik öz-ışığı (odaklanmanı) ne tarafa yönlendirsen yönlendir, düşünce, duygu, söz ve eylemlerin ile onlar senin özel parmak izini taşır. Onlar böylece sonsuza dek eser sahibine bağlı kalır. Çünkü hayat akışına ait olan elektronlar, temel yapıları bakımından kar taneleri gibi birbirlerinden farklı ve kendine özgü kimlik taşır.

Yayılan düşünce enerjisi, yok edilemez. Evren yasalarının itaat çemberine uyarak, insanın kurtuluş amacına hizmet eder, sahibine geri döner. Böylece kendi düşünce kreasyonların ile daima karşı karşıya kalırsın.

Bir düşünce kasıtlı bir eylemdir. Amaç, yeni enerji, yeni fikirler, yeni umutlar, yeni yönelimler getirerek, bu uyumsuzlukları etkisiz kılmaktır. Önemli olan düşüncenin taşıdığı niyettir. Eğer bir insana sevgi yollarsanız, niyet budur. Eğer bunun karşılığında bir şey beklerseniz, ona yine de sevgi yollayabilirsiniz, ama niyetiniz bu değildir. Bu tamamen ne beklediğinize bağlıdır. Bir insanın kurtuluşu, kendi düşüncelerini kontrol altına alarak, onlara sevgi ve mükemmellik katmasında gizlidir.
Kim olduğun hakkında

Sen hayatın yüksek makamında etten ve kemikten bir varlık değilsin. Özün, düşünce, duygu ve davranış birikimin ile kendini oluşturmuş emsalsiz kişisel bir bireysin. Sen her an duygu ve düşüncelerinin toplamısın, sen;

• umutların ve hayallerinsin,
• korkuların ve arzularınsın,
• gururun ve tutkularınsın.

Aslında sen Ruh ve Can'sın, ışık ve duygu varlığısın. Ateşli zeki ışık enerjisi olan zihnin, vücudunun tüm moleküler yapılarını kaplar, ona yaşam gücü verir. Bu varlığın, enerji ve düşüncelerinden canlılık alır, fiziksel vücuduna değer verir, ona dirilik ve karakter katar, gözlerinin görmesini, ağzının konuşmasını, bedeninin hareketini sağlar. Ve hiç bir şey bu enerjiyi yok edemez, çünkü senin canın ve ruhun ölümsüzdür.

Sana ait bu görünmezler; Üstün zeka, yaratıcı düşünce süreçleri ve ruhundaki derin duygu olmasaydı, sen bir hiç olurdun. Hayran olacak birisi olmasaydı, bir çiçeğin yaşamı ve güzelliğinin sebebi ne olabilirdi? O çiçeğin sebebi sensin, senin düşüncelerin, fikirlerin ve duyguların onu hayatta tutar.

Sen hayal edemeyeceğin kadar görkemlisin!

İnsan vücudu, son derece komplike elektrik sistemi ve değişken ışık ile çalışabilecek şekilde yaratılmıştır. O son derece karmaşık ve harika bir makinedir, ama ona can veren şey olmadan, o kısa süre içerisinde çöküp yok olacaktır. Çünkü alevli, saf enerji-ışık insanın asıl doğasıdır. Ruhun yeri ise kalp yakınında bir kemik boşluğundadır, oradan elektrik enerjisi yayar. Bilim bu havasız yere „Hot-Spot“ (Sıcak nokta) ismi vermiştir. Bu bölgede yaklaşık 100°C derece kadar sıcaklık oluşur.

Ruh düşünülen her fikri, duygu olarak kaydeder. Böylece yalnız senin imzanı taşıyan kendine özgü bir duygu- kimliğin oluşur - bu emsalsiz bir duygu birleşim setidir.
Hissettiklerin ve Realiten

Sen her an, kendi dünyanın yaratıcısısın - düşündüklerinle içinde bulunduğun Dünyayı şekillendirirsin. Her ne düşünüyorsan, hissedersin ve hissettiğin her ne ise, gerçek olur ve yaşam koşullarını oluşturur. Yaşamında ne olduğundan, ne yaptığından, yaşam şartlarından/ yaşam durumlarından yalnız kendin sorumlu olursun. Ancak bilgisizliğinden, kararsızlığından, korkularından ve toplumsal bilincin etkisinde olmandan dolayı kendi olağanüstü gücünü kullanamazsın - onu sınırladığının farkında bile olamazsın.

Neşeli bir toplantıda olduğunu düşün. Orada, bir arkadaşın annenin bir trafik kazasında ağır yaralandığı haberini verir. Hemen seni korku, depresif ve üzücü düşünceler esir alır. Kısa bir süre sonra arkadaşın özür dileyerek, kaza yapanın annen olmadığını, daha önce bu bilgileri denetlemeden bir üçüncü kişiden duyarak, sana aktarmış olduğunu itiraf eder. Hemen sevinirsin, rahatlamışsındır, ama sana yanlış iletilen bilgiden dolayı arkadaşına karşı eleştiri ve öfke duyguların devreye girmiştir.

Peki düşünce ve duygularının acı'dan sevinç kadranına kadar tüm duyguları yaşaman için nesnel olarak ne olmuştu? Hiçbir şey! Her şey sadece kendi bilincinde oluşan tasa, korku, fikir, düşünce ve duygularınla ilgiliydi. Tabii ki, kendini (bilincini) bir an için farklı duygu ve düşüncelere kaptırman, arkadaşından aldığın haber ile ilgiliydi. Ama gerçek şu ki, arkadaşın sana bu haberi vermeseydi de, kendini bu farklı durumlar içersine sokabilirdin, çünkü bu durumların (negatif-pozitif) yaratıcısı tamamen kendinsin.

Bir an için büyük bir mutluluk durumu düşün ve tüm vücudunun neşe ve sevinç ile dolduğunu düşün. Yalnız bir an için de sevilmeyen sefil ve zavallı bir yaratık rolü üstlen - kendini gamlı-kederli, acınacak bir durumda gör. Yani kısa bir an için ağlamaktan gülmeye, yine kısa bir süre içersinde başkalarını yargılarken, hayatın güzel şeylerine yönelmeyi ve onları hissetmeyi de tadabilirsin.

Peki kim bunları meydana getiren? Tabi ki sen, bunları yaratan her zaman sendin. Şaka olarak içinde hüzün ve neşe meydana getirdiğinde, etrafında herhangi bir şey değişti mi? Hayır, yalnız sen kendini değiştirdin, ve bütün bunlar bir tecrübe olarak ruhunda kayıt altına alındı.

Sen her daim tam olarak ne düşündüğünsün, çünkü her ne düşünüyorsan, bu duygularla var olursun. Ve her düşündüğün ve hissettiğin şey, er ya da geç senin gerçekliğin (realiten) olur. Eğer sürekli gamlı-kederli isen, sonunda hüzünlü bir kişilik olursun. Sevinç düşünürsen, sevinç olur, ilham ve dahileri düşünürsen, ilhamlı bir dahi olursun. Konuştuğun her kelime, gelecek günlerini oluşturur, kelimeler, ruhundaki duyguları ifade eder, duygular da düşüncelerden doğar.

Tesadüf diye bir şey yoktur. Hiç kimse başkalarının kötü niyetine (komplosuna) kurban gitmez. Şu veya bu olursa şeklindeki endişe ve kaygılarına, duygularınla enerji katarsın, sonra bunları hakikat olarak kabul edersin. Gerçek saydığın şeyler, bir zaman sonra tek tek karşına çıkarak tezahür eder.
Düşünce ve Çevresel Toksinler

Bütün her şey kendi çapında bir bilince sahiptir - ağır metaller, tarım ilaçları, radyoaktif maddeler, gıda katkı maddeleri, toksik maddelerde buna dahildir. Eğer bütün bunlara inanabiliyorsan, zehirli ve toksik maddelerin bilincine (ruhuna), senin sağlığını - hayatını desteklemeleri için ricada bulunabilirsin. Onlar senin ricanı dikkate alarak, vücudun ile resonanz haline girebilmek için, kendi titreşimlerini (frekanslarını) arttırarak cevap verir. Bu da vücuduna zarar verebilecek zehirleri ortadan kaldırır, ya da etkisini asgariye indirir.

Canlı, ya da cansız, yeryüzünde yaşayan her şeyin belirli bir titreşim frekansı vardır. Hastalık ve rahatsızlıklar vücut içerisinde salınım, ya da titreşim uyumsuzluklarının bir sonucudur. Bu nedenle dualarına ekleyeceğin şu cümle ile, bir niyet dile getirebilirsin:

"Tüm moleküller hayatımın refahı için vücudum ile rezonans ve uyum içindedir."

Bilincindeki buyruk, er ya da geç, realiten olacaktır. Sonuç olarak yaşamında zamanla tüm zehirli maddelerin olumsuz etkileri azalacak, veya yok olacaktır.

İnsanlık aynı şekilde çevresel toksinler konusunda inanç sistemlerini değiştirip, alışılagelmiş davranışlardan vazgeçebilir, işte o zaman dünyanın tüm molekülleri bu inanç sistemi ile rezonans ve uyum içerisine girer ve tüm insanlığın yarattığı kirlilik ve zehirlenmeler yok olmaya başlar.

Hastalığın tüm deneyimleri, insanın kendi hayatına ve diğer varlıkların hayatına karşı gösterdiği saygısızlığın bir yansımasıdır. Eğer insanların saygı ile ilgili düşünce ve niyetleri olumlu olarak değişir ve deneyimlerin kutsallığı yine yerli yerine getirilirse, işte o zaman hastalık, bağımlılık ve yargılama gibi insanlığa şimdiye kadar hakim olan şeyler, geçmişte kalan bir deneyim olarak tarihte kalır.

Kaynaklar:

Jan Michael Heiland

ego

Ego kendini güçlendirmek için şikayet eder
















Kendini haklı çıkarmaya şartlanmış zihin


Kendini tanımlayacak başka bir şey bulamadığı taktirde, şikayet etmek, egonun kendini güçlendirmek için en sık başvurduğu yollardan biridir. Hiç farkında ol­madan, başka insanlar hakkında, sürekli şikayet ettiğinizde, zihin sürekli hikâyeler üretir, insanlara olumsuz etiketler yapıştırır. Yüksek sesle veya düşüncelerinizle şikayet etmeniz arasında bir fark yoktur. Küfretmek, ya da isimler yakıştırmak, etiket yapıştırmanın en kaba şeklidir, bu şekilde karşınızdakine söz hakkı tanımaz ve yargılarsınız. Bunun bir alt seviyesinde, bağırıp çağırmak ve hemen altında da fiziksel şiddet gelir.

Kırgınlık demek, kendini kızgın, saldırıya uğramış, gücenmiş, haksızlığa uğramış ya da aşağılanmış hissetmek demektir. Başka insanlara açgözlülükleri, yalancılıkları, sahtekarlıkları, genellikle geçmişte söyledikleri ve yap­tıkları/ yapamadıkları vb. şeyler için sürekli şikayet etmeye bayılırsınız. Çoğu zaman başkalarında var olmayan "hatalar" görülür, bu durum, başkalarını düşman olarak görmeye, kendini haklı ya da üstün çıkarmaya şartlanmış bir zihnin yansımalarıdır. Bazı zamanlarda ise hata vardır, ama konuya odaklandığınız­da, başka hiçbir şeyi görmeyeceğiniz derecede abartılır, başkalarında gördüğünüz şeyi kendi­nizde güçlendirirsiniz. Kısacası başkalarındaki bilinçsizlikten kaynaklanan hataları görmek yerine, bunu kendi kimliğinize geçirirsiniz. Bu­nu kim yapıyor? İçinizdeki bilinçsizlik, yani ego.

Başkalarının egolarına karşı tepkisiz kalmak, kendi içinizdeki egoyu yok etmek adına yapılabilecek en etkili yöntem­dir. Başkalarındaki egoya tepki vermeyerek, ister istemez farkındalığı ortaya çıkarırsınız, bu da şartlanmaya karşı şartlanmamış bilinçtir. Ama ancak başka biri­nin davranışının, kendi egosundan kaynaklandığını anladığı­nız zaman, tam bir tepkisizlik durumunda olabilirsiniz. 

Bazen bilinçsiz insanlardan kendinizi korumak için bazı adımlar atmanız gerekebilir, bunu onları kendinize düşman etmeden yapmanız önemlidir. Ama en önemlisi, korunmanız için bilinçli olmanızdır. Ego olan bilinçsizliği kişiselleştirdiğinizde, karşınızdaki kişiyi düşman edinirsiniz. 

Tepkisiz­lik zayıflık değil, gerçek güçtür. Tepkisizliğin diğer bir adı da bağışlamaktır. Bağışlamak, bir şeyi görmezden gelmek, daha doğrusu onun içinden bakarak diğer tara­fını görmektir. Egonun diğer tarafına bakabildiğinizde, her insanın özünde bulunan aklı görürsünüz.

Ego sadece başka insanlarla ilgili değil, durumlarla ilgili olarak da şikayet etmeyi ve kırılmayı sever. Bir in­sana yapabileceğiniz şeyi, bir duruma da yapabilirsiniz; yani bir durumu da düşman edinebilirsiniz. Şöyle düşü­nürsünüz: Bu olmamalıydı; burada olmak istemiyorum; bunu yapıyor olmak istemiyorum; bana haksızlık yapıldı. Ve egonun en büyük düşmanı, elbette ki şimdi, yani hayatın kendisidir.

Şikayet etmek, birini hatasını düzeltebilmesi için uyarmakla karıştırılmamalıdır. Ayrıca, şikayet etmemek, kötü davranışlara ya da kötü durumlara ses çıkarmamak anlamına da gelmez. Garsona çorbanızın soğuk olduğunu ve ısıtılması gerektiğini söylemenin egoyla bir ilgisi yoktur; sonuçta tamamen tarafsız bir şekilde gerçeği söylemektesinizdir. "Bana nasıl soğuk çorba getirirsin?" diye çıkıştığınızda, ego devreye girer. Burada, soğuk çorba yüzünden kişisel olarak öfkelenmiş bir "ben" vardır ve bu durumu olabildiğince sömürmeye ka­rarlıdır, çünkü "ben," başka birini hatalı çıkarmaya bayılır. Sözünü ettiğimiz şikayet etme, egonun hizmetin­dedir, değişimin değil. Bazen ego şikayet etmeye devam etmek için durumun değişmesini bile istemeyebilir.

Belki şu anda, herhangi bir şeyle ilgilenen veya şikayet eden zihin sesiniz yükselir, onu dinleyin, farkına varın: bu egonun sesidir, şartlanmış bir düşünce kalıbından fazlası değildir. Bu sesi fark ettiğiniz her seferinde, ses'in gerçek benliğiniz olmadığını anlarsınız; siz, o sesin farkında olan farkındalıksınızdır. Arka planda farkındalık vardır, ön planda ses, yani düşünen. Bu şekilde egodan kurtulur, zihnin ötesine geçersiniz. Kendi içinizdeki egonun farkına vardığınız an, o artık ego değil, sadece eski, şartlanmış bir zihin kalıbıdır. 

Farkındalık ve ego birlikte var olamaz­lar. Eski zihin kalıbı ya da zihinsel alışkanlık bir süre daha hayatta kalabilir ve tekrar tekrar ortaya çıkabilir, çünkü sonuçta binlerce yıllık kolektif insan bilinçsizli­ğinin yarattığı bir ivme söz konusudur ama onu fark ettiğiniz her seferinde zayıflamaya devam edecektir.

Haklı olmak, haksız çıkarmak

egonun kendisini haklı çıkartma alışkanlığı
Başkalarında hata bulmak, şikayet etmek ve tepkisellik, insan egosunun varlığı için ihtiyaç duyduğu ayrılık duygusunu güçlendirir. Aynı zamanda, egoya bir üstünlük duygusu kazandırır. Diğer insanlar veya durumlar hakkında şikayet etmenin, size nasıl bir üstünlük duygusu kazandırabileceğini hemen göremeyebilirsiniz. Şikayet ettiğinizde, mantık olarak siz haklısınızdır ve şikayet ettiğiniz, ya da tepki verdiğiniz du­rum veya kişi haksızdır. Hiçbir şey egoyu haklı olmak kadar besleyemez. Haklı olmak, zihinsel bir pozisyonu tanımlamaktır; bir bakış açısı, bir görüş, bir yargı, bir hikâye gibi. Haklı ol­manız için, elbette ki başka birinin haksız olması gere­kir ve ego da haklı olmak için başkalarını haksız çıkar­maya bayılır. Yani daha güçlü bir benlik duygusuna sahip olabilmek için, başkalarını haksız çı­karmanız gerekir. Şikayet ve tepkisellikle, sadece bir kişiyi değil, bir durumu da haksız çıkarabilirsiniz; örne­ğin "bunun olmaması gerekirdi," demek gibi. Haklı ol­mak, yargılanıp haksız çıkarılan bir kişi ya da bir du­rum karşısında size hayali bir ahlaki üstünlük kazan­dırır. Bu, egonun açlığını çektiği üstünlük duygusudur ve böylelikle kendini güçlendirir.

Haklı haksız konusunda, bazı gerçekleri de görmek lazım. "Işık sesten daha hızlı yol alır," derseniz ve biri size bunun aksini söyler­se, siz kesinlikle haklısınızdır. Şimşeğin, gök gürültüsü sesinden ön­ce görülmesi, bunun en belirgin kanıtıdır. Dolayısıyla, sadece haklı değilsinizdir, aynı zamanda da haklı oldu­ğunuzu bilirsiniz. Bunda herhangi bir şekilde egodan söz edilebilir mi? 

Sadece doğru olduğunu bildiğiniz bir şeyi ifade ediyorsanız ve işin içine benlik duygunuzu katmıyorsa­nız, bunun egoyla hiçbir ilgisi olamaz. Ego, zihin ve zi­hinsel bir pozisyonla tanımlamadır. Ama böyle bir du­rumda, farkında olmadan egonuzla hareket ediyor da olabilirsiniz. Eğer karşınızdakine "İnan bana, biliyo­rum," ya da "Neden bana hiç inanmıyorsun?" diye soru­yorsanız, işin içine ego karışmış demektir. "Işık sesten daha hızlı yol alır," gibi basit ve yalın bir ifade, şimdi bir illüzyonun hizmetine girmiş bir gerçektir. Sahte bir "benlik" duygusuyla kirlenmiştir; kişiselleşerek zihin­sel bir pozisyona dönüşmüştür.

Ego her şeyi kişisel olarak algılar, duygular yükse­lir, savunmacılık devreye girer ve hatta saldırganlık oluşabilir. Peki egonun savunduğu şey gerçekle bir ilgisi varmıdır? Bunun yanıtı hayır, ger­çek olan bir şeyin savunulmaya ihtiyacı yoktur. Bağnazlık yapıp, körü körüne savunanlar için hiç bir kanıt, hiç bir söz manalı olmaz. Sorun zaten kanıtlamaya çalışmadan önce gerçek olarak kabul edilmemesinde yatıyor. Işık ya da ses, başka birinin söylediğini ya da düşündüğünü dikkate almaz. Asıl savunduğunuz şey gerçek değil, kendinizsinizdir; daha doğrusu, sahte benlik illüzyonu­nuz. Hatta illüzyonun kendini savunduğunu söylemek daha doğru olur. 

Bariz gerçekler bile basitce egosal bozukluğa alet ediliyor ise, daha az somut gerçeklerden söz eden görüşler, bakış açıları ve yargılar, ko­layca benlik duygusunda kaybolabilirler.

Her ego, görüşleri ve bakış açılarını gerçeklerle karış­tırır. Dahası, bir olayla, o olaya verilen tepki arasındaki farkı bilemez. Yalnız farkındalık sayesinde, gerçekle görüş arasındaki farkı anlarsınız. Sadece farkındalık sayesinde şunu görebilir­siniz: Burada bir durum var, şurada da bu durumla ilgi­li duyduğum öfke var. Sonra, aynı duruma farklı yakla­şımlar olabileceğini anlarsınız. Ancak farkındalık sayesinde, bir durum ya da bir kişi ile ilgili sınırlı bakış açısının farkına varır, resmin tamamını görebilme olanağını elde edebilirsiniz - objektif olabilirsiniz.

Patolojik Ego

Patolojik Ego
Aldığı biçim ne olursa olsun, Ego geniş anlamda patolojiktir. Antik Yunan kökenine baktığımızda, bu terimin egoya ne kadar yakıştığını görürüz. Keli­me, normalde bir hastalığı tanımlamak için kullanılma­sına rağmen, aslında acı çekmek anlamına gelen "pathos" kelimesinden türemiştir. Egonun tutsağı olan kişi, başkaları üzerinde yarattığı acıyı görmez, acı çekmeyi herhangi bir duruma verilecek en doğru tepki olarak görür. Mutsuz­luk, egonun yarattığı salgın bir zihinsel-duygusal has­talıktır. Gezegenimizin çevre kirliliğine eşit bir miktara sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öfke, endişe, nefret, kırgınlık, hoşnutsuzluk, kıskançlık gibi davranışlar, olumsuz olarak algılanmaz, tamamen yanlış değerlen­dirilir. Bütün olumsuzlukların, başka biri, ya da bir dış etkenden kaynaklan­dığı iddia edilerek, kendisini haklı çıkarır.

"Acım için seni sorum­lu tutuyorum." Egonun söylediği şey budur. Ego, bir durum ve o durum hakkındaki kendi yorumu (tepkisi) arasında bir ayırım yapamaz. "Ne kötü bir gün," diyebilirsiniz ve bunu yaparken, soğuk, rüzgâr, yağmur ya da tepki verdiğiniz her neyse, aslında kötü olmadığı­nı anlamazsınız. Onlar her nasılsa öyledir. Asıl kötü olan tepkiniz, içsel direnciniz ve o direncin yarattığı duygudur. Shakespeare'in dediği gibi, "İyi ya da kötü di­ye bir şey yoktur; sadece düşünce onu isimlendirir." Da­hası, egoyu güçlendirdiği için, aslında ego acı çekmek­ten ya da olumsuzluklardan hoşlanır.

Örneğin, öfke veya kırgınlık, ayrılık duygusunu vurgu­ladığı için egoyu fazlasıyla güçlendirir ve başkalarının farklılığını vurgularken, "haklı olmak" gibi bir zihinsel kale yaratır. Bu tür olumsuz düşüncelerin, vücudunuzun içinde yarattığı fizyolojik değişimleri gözlemleyebilseydiniz, kalbin çalışmasını nasıl zorladığını, sindirim ve bağı­şıklık sistemlerini nasıl zayıflattığını görebilseydiniz, bu tür durumların gerçekten de patolojik olduğunu, zevk de­ğil, acı çekmek anlamına geldiğini kolayca anlardınız.

Olumsuz bir durumda olduğunuzda, içinizde o olum­suzluğu isteyen, onu zevk olarak algılayan ya da istedi­ğinizin o olduğuna sizi inandıran bir şey vardır. Aksi takdirde, kim olumsuzluğa takılı kalmak, kendilerini ve başkalarını üzücü durumlara sokmak, kendi vücu­dunda hastalık yaratmak ister ki? Dolayısıyla, içinizde bir olumsuzluk hissettiğinizde, içinizde bundan zevk alan bir şeyin varlığını fark ederseniz ve he­men egonun farkına varmaya başlarsınız. Bu olduğu anda, kimliğiniz egodan farkındalığa kayar. Dolayısıyla ego zayıflar, farkındalık güçlenir.

Eğer olumsuzluğun ortasında "Şu anda kendi acı­mı kendim yaratıyorum," diyerek farkına varırsanız, şartlanmış egosal durumların ve tepkilerin sınırları­nın ötesine geçmeye başlarsınız. Böylelikle farkında­lık sayesinde, size gelecek sonsuz olasılık için kapıyı aralamış olursunuz; o zaman herhangi bir durumla başa çıkmak için daha zekice yollar bulabilirsiniz. Mutsuzluğunuzu aptallık olarak tanımladığınız an­da, kendinizi ondan özgür kılarsınız. 

Olumsuzluk, ze­ka değildir, daima egodur. Ego akıllı olabilir ama ze­ki değildir. Akıllılık kendi küçük hedeflerini izler, ze­ka ise, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu büyük resmi görür. Akıllılık kişisel çıkarlara hizmet eder ve son derece dar görüşlüdür. Çoğu politikacılar ve işadam­ları akıllıdır, ama çok azı zekidir. Akıllılık sayesinde elde edilen şeyler, kısa ömürlüdür ve daima zaman içinde kendi sonlarını getirirler. Akıllılık bölücüdür; zeka birleştiricidir.

Arka plandaki mutsuzluk

Mutsuzluk
Ego ayrılık yaratır ve ayrılık da acıya yol açar. Ego bu yüzden açıkça patolojiktir. Öfke, nefret ve benzeri duygulardan ayrı olarak, olumsuzluğun daha gizli bi­çimleri de vardır, sabırsızlık, sinirlilik, endişe ve bık­kınlık gibi. Çoğu insanın içsel durumunu biçimlendi­ren arka plandaki mutsuzluğu bunlar oluşturur. On­ları fark edebilmek için son derece uyanık olmanız ve an'da yaşamanız gerekir. Bunu yaptığınızda, uyan­maya başlarsınız ve zihnin yanlış tanımlamaların­dan uzaklaşırsınız. Bu, sık sık gözden kaçırılan ama son derece yaygın olan olumsuz bir durumdur. Size de tanıdık gelebilir. Sık sık geri planda kalan bir kırgınlık olarak tanımla­nabilecek belli belirsiz bir hoşnutsuzluk hissediyor musunuz? Birçok kişi, hayatlarının büyük bölümünü bu durumda geçirirler. Kendilerini o kadar onunla ta­nımlamışlardır ki, geri adım atıp, düşüncelerini tekrar gözden geçiremezler. Bunun temelinde, bilinçaltı inançlar ya da düşünceler yatar. Bu düşünceleri düşünme şekliniz, uyurken rüya görmeniz gibidir, o düşünceleri düşündüğünüzün farkında olmaz­sınız; tıpkı rüyadayken rüya gördüğünüzün farkında olmadığınız gibi.

Size arka plandaki mutsuzluğu destekleyen en yaygın düşüncelerden bazılarını vereceğim. İçeriklerini ayırdım ama yapıları olduğu gibi duruyor. Bu şekilde daha belirgin olacaklardır. Hayatınızın arka planında bir mutsuzluk olduğunu hissettiğiniz her seferinde (ya da ön planında), aşağıdaki düşünce kalıplarının, hangi­lerinin uygun olduğunu inceleyin ve kendi özel duru­munuza göre içeriklerini kendiniz doldurun:

"Huzurlu (mutlu, tatmin, vb.) olabilmem için, önce hayatımda olması gereken bazı şeyler var. Bunun henüz olmaması beni üzüyor. Belki de bu üzüntüm sayesinde sonunda olur."

"Geçmişte olmaması gereken bir şey oldu ve bu beni çok üzüyor. Eğer o olay olmasaydı, şimdi huzurlu ve mutlu olacaktım."

"Şimdi olmaması gereken bir şey oluyor ve huzurlu olmamı engelliyor."

Bu bilinçaltı düşünceler genellikle bir kişiye yönelti­lir ve "oluyor," bu durumda "yapıyor"a dönüşür.

"Huzurlu olabilmem için bunu ya da şunu yapman gerek. Bunu henüz yapmadığın için sana kırgınım. Bel­ki kırgınlığım sayesinde artık bunu yaparsın."

"Geçmişte yaptığın (ya da yaptığım), söylediğin ya da yapamadığın bir şey, şimdi mutlu olmamı engelliyor."

"Şimdi yaptığın ya da yapamadığın bir şey, mutlu ol­mamı engelliyor.

Mutluluğun sırrı

Yukarıdakilerin hepsi gerçeklikle karıştırılan varsa­yımlar, incelenmemiş düşüncelerdir. Sizi şimdi huzurlu olmadığınıza ya da olamayacağınıza inandırmak için egonun kurguladığı hikâyelerdir. Huzurlu olmak ve kendiniz olmak, aslında aynı şeydir. Ego der ki: Belki gelecekte bir gün, huzurlu olabileceğim; eğer bu, şu ya da o olursa, bunu ya da şunu elde edersem. Ya da şöyle der: Geçmişimde olan bir şey yüzünden asla huzurlu olamayacağım. Eğer başka insanların hikâyelerini din­lerseniz, şöyle bir başlıkla karşılaşırsınız: "Şimdi Ne­den Huzurlu Olamıyorum." Ego, huzurlu olmak için tek fırsatınızın şimdide olduğunu bilmez. Ama belki de bili­yordur ve sizin de keşfetmenizden korkuyordur. Sonuç­ta huzur, egonun sona ermesidir.

Şimdi nasıl huzurlu olabilirsiniz? Şu anla barış yapa­rak. Unutmayın, hayat oyununu sadece "şimdi"de oyna­yabilirsiniz. Başka bir zaman ya da yer olamaz. Şu anla barış yaptığınız anda, neler olduğunu görün, neler yapa­bildiğinizi veya ne yapmayı seçebildiğinizi ya da hayatın sizin sayenizde neler yaptığını görün. Yaşam sanatını özetleyen, bütün başarıların ve mutluluğun sırrını veren sadece üç kelime var: Yaşamla Bir Olun. İnsanın yaşam­la bir olması, şimdiyle bir olmasıdır. O zaman aslında ha­yatı yaşamadığınızı, hayatın sizin sayenizde yaşadığını görürsünüz. Hayat dansçıdır ve siz de danssınız.
Mutluluğun sırrı
Ego gerçekliğe karşı kırgın olmayı sever. Gerçeklik nedir? Her neyse o., yani şu an nasılsa, işte öyle. An'ın böyleliğine karşı çık­mak, egonun temel özelliklerinden biridir. Egonun bes­lendiği olumsuzluğu ve bayıldığı mutsuzluğu yaratan şey budur. Bu şekilde kendinize ve başkalarına acı çekti­rirsiniz ve ne yaptığınızı, aslında dünyada cehennemi ya­rattığınızı bilmezsiniz. Farkında olmadan acı yarat­mak; işte bilinçsiz yaşamanın özü. Bu, tamamen egonun esiri olmak demektir. Egonun kendini tanıyamaması ve ne yaptığını görememesi, inanılmazdır. Başkalarına acı çektiren şeyler yapar ve bunun farkına bile varmaz. Bu işaret edildiğinde, öfkeyle inkar eder, akıllıca tartışmala­ra girişir ve gerçekleri çarpıtmak için kendini haklı çı­karmaya çalışır. İnsanlar bunu yapar, şirketler bunu ya­par, hükümetler bunu yapar. Diğer her şey başarısız ol­duğunda, ego bağırıp çağırmaya ve hatta fiziksel şiddete başvurur. 

Binlerce yıldır insanlığı etkisi altında tutan acıya son vermek için, önce kendinizden başlamalı, içsel du­rumunuzla ilgili sorumluluğunuzu kabul etmelisiniz, bu da şimdi demektir. Kendinize şöyle sorun: "Şu anda içimde herhangi bir olumsuzluk var mı?" Sonra uyanık olun ve hem duygularınızı hem de düşüncelerinizi göz­lemleyin. Daha önce sözünü ettiğim mutsuzluğu izle­yin. Bu mutsuzluğu gerçeklikle açıklamaya ve haklı çı­karmaya çalışan düşüncelere karşı dikkatli olun. Kendi içinizdeki olumsuz bir durumun farkına varmanız, ba­şarısız olduğunuz anlamına gelmez; tam aksine, başarılı olduğunuz anlamına gelir. O farkındalık başlayana kadar, insan kendini içsel durumuyla tanımlama eğili­mindedir ve bu tanımlama da egodur. Farkındalıkla birlikte düşüncelerden, duygulardan ve tepkilerden uzaklaşmak gelir. Bu, inkarla karıştırılmamalıdır. Dü­şünceler, duygular veya tepkiler tanınır ve tanındıkları anda, otomatik olarak çözülür. O zaman benlik duygu­nuzda belirgin bir değişiklik olur: Daha önce duyguları­nız, düşünceleriniz ve tepkilerinizdiniz; şimdi ise o du­rumlara tanıklık eden Varlık'sınız.

"Bir gün egomdan kurtulacağım." Bunu kim söylü­yor? Ego! 

Egodan kurtulmak hiç de o kadar büyük bir iş değildir; tam aksine, çok basittir. Bütün yapmanız gere­ken, kendi düşüncelerinizin ve duygularınızın farkında olmaktır. Bu gerçekte bir "yapış" değil, bir "görüş"tür. Bu açıdan, kendinizi egodan kurtarmak için yapabilece­ğiniz bir şey olmadığını söylemek doğrudur. Bu değişik­lik gerçekleştiğinde, düşünceden farkındalığa geçtiği­nizde, egoya nazaran, çok daha büyük bir zeka haya­tınızı kontrol altına alır. Duygular, hatta düşünceler bile farkındalık sayesinde kişisellikten uzaklaşır, kişi­liksiz doğaları tanınır. Artık içlerinde benlik kalmaz. Sadece insan duyguları, insan düşünceleridir. Bir hikâ­yeden ibaret olan bütün kişisel geçmişiniz, bir yığın dü­şünce ve duygu, ikincil derecede öneme sahip olur ve ar­tık bilincinizin en yüksek noktasını meşgul etmez. Ar­tık kimlik duygunuzun temelini oluşturan şey onlar de­ğildir. Siz Varlığın ışığı, tüm düşünce ve duygulardan önce var olan farkındalık olursunuz.

Mutlu olmak için vazgeçmeniz gereken 15 şey



Kaynak:
Eckhart Tolle'nin Kitaplarından alıntılar içerir.

alıntıdır

VÜCUDUNUZA “KAPA ÇENENİ” DEMEYİ BIRAKIN


İnsan vücudu, mükemmel bir şekilde yaratılmış ve otomatik ayarlama, otomatik savunma, otomatik tamir etme ve otomatik yenileme vazifelerini üstlenen çok karmaşık bir sisteme sahiptir. İşte bu muazzam sisteme otoregülasyon sistemi denir.
Bu otoregülasyon sisteminiz zayıflamaya başlayınca size bazı sinyaller vermeye başlar. Halsizleşmeye başlarsınız, uykunuz düzensizleşir, yedikleriniz artık sizi uzun süre tok tutmaz vb. uzun liste sinyaller meydana gelir. Gerçek hekimler, bu sinyalleri doğru bir şekilde anlayıp bu zayıflayan otoregülasyon sistemini, ona uygun, maddi ve manevi ihtiyaçları ile güçlendirmeyi reçete eder.
Maalesef günümüz insanlarının çoğu bu sinyallere aldırış etmez ve bu sinyalleri doğru anlayan gerçek bir hekime denk gelmeniz kolay değildir. Günümüz insanlarının çoğu otoregülasyon sisteminin verdiği “benim gücüm azalıyor, beni doğru ve temiz gıdalar ile besle, ruhunu temiz duygular ve temiz davranışlar ile güçlendir, tembelliği bırak artık, uyan, kalk, yürü ve bana iyi bak” mesajını içeren sinyallere aldırış etmez ve tam tersine, hareketsizlik, toksik hava, toksik gıdalar, toksik ağır metaller, toksik düşünceler ve toksik davranış şekilleri ile otoregülasyon sistemlerini ve tüm hücrelerini daha çok zayıflatmaya devam eder.
Buna eş zamanla, bunu fırsat bilen, dışardan gelen hırsızlar (dışardan bulaşan mantar, küf, virüs, parazit vb. patojenik mikro-organizmalar yani mikroplar) ve içeride fırsattan güçlenen hırsızlar (içinizde doğal olarak az sayıda bulunup fırsattan istifade artışa geçen kandida gibi fırşatçı mikro-organizmalar yani mikroplar), bu zayıflamış otoregülasyon sistemine kolayca sızarlar ve sinsi bir düşman gibi size şu farklı şekillerde zarar vermeye başlarlar:
1- Hücrelerinizin besinlerine göz koyarlar ve bu şekilde hücreleriniz, dokularınız, organlarınız ve sonuç olarak siz zayıflamaya ve halsizleşmeye başlarsınız. (Düşük hayat kalitesi)
2- Ürettikleri toksinler (zehirler) veya bizzat kendileri hücrelerinize bağlanarak hücrelerinizin kimliklerini değiştirirler ve hücreleriniz bu şekilde vücudunuz tarafından düşman ilan edilecek yeni bir hale dönüşürek immün sisteminizin yani bağışıklık sisteminizin savaşına maruz kalır. (Otoimmün ve otoinflamatuar hastalıklar)
3- Ürettikleri toksinler (zehirler) ile veya bizzat kendileri hücrelerinizin dejenere olmasına (yaşlanmasına) ve sonunda ölmesine yol açar. (Dejeneratif hastalıklar)
4- Ürettikleri toksinler (zehirler), hücrelerinizin içinde depolanıp hücelerinizin mutasyonuna yani kansorejen bir hücreye dönüşmesine yol açar. (Kanserler)
Herşeye rağmen, tüm bu süreçlerde sizin kendi ellerinizle zayıflattığınız vefalı dostunuz olan otoregülasyon sisteminiz sizi tüm yaptıklarınıza rağmen yalnız bırakmaz. Size, gerçek hekimlerin anlayacağı farklı sinyaller gönderir, ve size ağrı ve sızı gibi bazı imdat çığlıklarını ve alarm seslerini duyurmaya çalışır. Bununla da yetinmez, bu maruz kaldığınız hırsızları yakalamak ve bertaraf etmek için immün sistemi yani bağışıklık sistemi dediğimiz vücudun askerlerini harekete geçirir ve savaş başlatır. Bu savaşın belirtilerini, ağrı, ateş, terleme vb. farklı inflamasyon yani iltihabi belirtiler ile görebilir ve hissedebilirsiniz.
İşte burada gerçek hekimlik ortaya çıkar. Gerçek bir anne, nasıl ağlayan bebeğine kızmak ve ona “kapa çeneni” demek yerine, bu ağlamanın ardındaki problemleri doğru bir şekilde anlamaya çalıştıktan sonra, bebeğine en uygun ve en nazik yöntemler ile yardımcı olmaya çalışıyor ise, gerçek hekim de, en vefalı ve sürekli doğruları söyleyen bu otoregülasyon sisteminizin verdiği farklı sinyalleri, farklı imdat çığlıklarını ve farklı alarm seslerini doğru bir şekilde anlamaya çalışır ve bunları susturmak yerine, otoregülasyon sisteminize dostça davranıp destek olmaya çalışır. Onu doğru, temiz, maddi ve manevi ihtiyaçları ile güçlendiren bio-dostu ilaçlar reçete eder ve otoregülasyon sisteminizi, işleyişini bozan ve onun yolunun önünü tıkayan zararlı maddelerden, bio-dostu ve nazik yöntemler ile ve doğru aşamalar ile arındırmaya çalışır.
Ama gel gelelim kendini modern sanan tıp ve kendini modern sanan 21. yüzyıl insanları, kendi öz vücutlarına ve kendi öz otoregülasyon sistemlerine düşmanca yaklaşırlar. Nasıl mı ?
Otoregülasyon sisteminin farklı yöntemler ile sesini duyurmaya çalışmasına “Kapa Çeneni !” diyen yöntemler kullanarak.
Kronik ağrınız vardır, vücudunuz size “imdat bana yetiş, bana yardımcı ol” diye çığlıklar atıyordur. Konvansiyonel batı tıbbının güya bazı modern algoloji uzmanları gelir ve size “kronik ağrı bir hastalıktır, bir belirti değildir ve vücudunuz aptal olduğu için size abartılı sinyaller veriyor” diyerek bu imdat çığlıklarını anlamadıkları için sustururmaya çalışırlar. Nasıl mı ? Radyofrekans vb. sinir hücrelerini ve ağrı mekanizmalarını bloke eden yöntemler ile. Tabi bunun uzun süre kalıcı olmasında her zaman başarılı olamazlar. Çünkü aptal sandıkları bu otoregülasyon sistemi çoğu zaman bu blokajları onarır ve kronik ağrılarınız tekrar gündeme döner.
Otoimmün hastalığınız vardır. Kendini modern tıp sanan konvansiyonel batı tıbbı uzmanları size “vücudunuzun bağışıklık sistemi şaşırmış, kafayı yemiş ve kendi vücudunuza saldırıyor” der. Halbuki bazı toksinler vücudunuzun bazı hücrelerine bağlanarak, o hücrelerin kimliğini bozmuştur ve immün sisteminiz yani bağışıklık sisteminiz doğal vazifesini yapıyordur. Ya da dolaşımınıza sindirilmemiş bir gıda sızmıştır (sindirilmemiş gluten ve sindirilmemiş kazein gibi sindirilmemiş protein parçacıkları) ve doğal olarak yine immün sisteminiz yani bağışıklık sisteminiz harekete geçmiştir. Yabancılaşan hücrelerinize veya yabancı maddelere (kan dolaşımındaki sindirilmemiş besin parçacıklarına) savaş açar ve bu savaşın adına tıpta inflamasyon yani iltihap denir.
Ama vücuda düşman olan ve kendini hekimlik yaptığını sanan konvansiyonel batı tıbbı uzmanları, bağışıklık sisteminize “kapa çeneni ve vazifeni yerine getirme” diyen toksik kimyasallar verir. Ama bunun da etkisi çok uzun sürmez. Vücudunuzun askerleri olan immün sisteminiz yani bağışıklık sisteminiz, zorla susturulduğu için, hırsızlar yani farklı toksinler daha da çoğalarak, başka dokularda cirit atmaya başlarlar ve bilindiği üzere tüm bu susturucu ilaçlara rağmen otoregülasyon sisteminiz, immün sistemini yani bağışıklık sistemini tekrar saldırıya geçirir ve alın size 2. ve 3. ve hatta 4. ve 5. otoimmün hastalıkları.
Madem bu kadar vücudunuza düşmansınız, o zaman bundan sonra gece yarısı arabanızın veya evinizin alarmı çaldığı zaman sizi rahatsız ediyor diye alarm sesini susturup tekrar yatın şekerim ! Arabanız ve eviniz mi daha değerli yoksa vücudunuz mu ?
Hatta daha ileri gitsem ve arabanızın veya evinizin alarmı sürekli çalıyorsa ve bu sizi çok rahatsız ediyorsa o zaman alarmı da kökten bir çözüm olarak yerinden sökün ve böylece artık sizi rahatsız edecek alarm kalmasın desem kaç kişi bunu yapmaya cesaret edebilir acaba?! Ama vücuduna bunu yapanlar inanın çoktur. Bademcikler sürekli mi iltihaplanıyor, aldır bademciği gitsin. Tiroid sürekli mi iltihaplanıyor, aldır tiroidini gitsin vb. mantıkta insanlar elbette az değil.
Ama unutmayın arabınızın ve evinizin alarmı hatalı veya abartılı ötebilir ama vücudunuz hiçbir zaman size aptal sinyaller vermez ! Aptal olanlar bu sinyalleri anlamadıkları için bu alarm sinyallerine aptal ve hatalı sinyaller diyenlerdir ! Hele hele bu alarmı komple sökmeyi önerenlere ne dememiz gerektiğini siz düşünün.
Vücudunuzu en az eviniz ve arabanız kadar seviyorsanız, onun alarm seslerine kulak verin. Gaflet uykunuzu bölün ve alarmın ardındaki sizi yiyen endojen yani içsel ve eksojen yani dışsal toksinleri bio-dostu yöntemler ile kovun.
Arabanızın ve evinizin telafisi olabilir. Ama kaybettikten sonra vücudunuzun telafisi bu dünyada yoktur. Dünyanın tüm malı size kendi dokularınız ve kendi organınız gibi bir doku ve organ yaratmaya kadir değildir. Ama otoregülasyon sistemine dostça yaklaşarak, ona iyi bakarsanız, yani ona zarar veren toksinleri bio-dostu yöntemler ile uzaklaştırır ve ona doğru ihtiyaçları ile destek olursanız, ALLAH’IN size bahşettiği bu inanılmaz otoregülasyon sistemi, otomatik tamir ve otomatik yenileme vazifesi ile organlarınızı çok geç olmadan yenileyebilir ve kronik hastalıklarınız hiç olmamış gibi tamamen düzelebilir.
Tabi ki, Gerçek Şifayı veren ALLAH, hastalığınız ile ilgili tüm bulmaca parçalarını (doğru ve nedensel teşhis, doğru hekim, doğru aşamalar ile  yapılan doğru tedaviler, bu tedavileri uygulayabilmek ve sürdürebilmek için maddi ve manevi hazırlılık vb.) doğru bir şekilde birleştirmenize yardımcı olursa. Aksi takdirde, sürekli daldan dala dolaşır, dünyayı gezer durusunuz da bulmacanın bir parçası sürekli eksik kalır.
Son olarak, vücuda düşmanca yaklaşan günümüzün kendini modern olarak lanse eden tıp sisteminin yaygın olması ve kendini bilimsel tıp olarak yutturmaya çalışması, doğru olduğu ve gerçekten bilimsel olduğu anlamına gelmez. Günümüzde hemen hemen her yerde, zülüm, haksızlık, hırsızlık, sahtekarlık, taşiş, kandırmacılık, ihanet, yalancılık, vefasızlık, kibir vb. manevi hastalıklar ve manevi hastalar yaygındır ve yaygın olmaları doğru oldukları anlamına gelmez. Aslında böyle bir dünyaya en çok yakışan tıp da bu konvansiyonel batı tıbbıdır.
Yeni dünya düzeninin zorlayıcı gücü ile yaygınlaşmış konvansiyonel batı tıbbı, aynı düzenin gıdaları gibi genetiği değişmiş ve toksik yani zehirli bir sistemdir. Ayrıca, bu tıp sistemi, öğrencilerinin beyinlerini, “insan maymundan türemiş aptal bir robot parçalarından meydana gelen bir makine”“tıp pozitif bir bilimdir”“kronik hastalıkların nedenlerinin çoğu bilinmiyor”“sinir hücreleri yenilenmez”“bizim ürettiğimiz kimyasallar ve tedavi yöntemleri dışında ne varsa bilimsel ilaç veya bilimsel tedavi yöntemi değildir” vb. en güncel modern bilime zıt yalanlar ve efsanaler ile zehirlemeye çalışır.
Halbuki, insan vücudu muazzam bir şekilde içiçe girmiş harika sistemlerden oluşan beden ve o hakkında az bilgimiz olan esrarengiz ruh bütününden meydana gelen birçok yaratılmışlardan üstün tutulmuş bir varlıktır. Modern bilim ışığında sinir hücreleri yenilenebilir ve buna nörogenez denir. Genlerdeki hatalar, bazen gıdalar ile bile düzeltilebilir ve buna epigenetik denir.
Kronik ağrılar, otoimmün hastalıklar vb. sistemik, komplike, karmaşık ve kronik hastalıkların tüm bulmaca parçaları doğru bir şekilde birleştirilir ve altta yatan nedenleri tüm gereken tedaviler ile bütüncül bir şekilde ve bio-dostu yöntemler ile tedavi edilirse, elbette ALLAH’IN izniyle iyileşebilir ve sadece belirtilerin kaybolmasından öte bu hastalıklar hiç olmamış gibi eski sağlığınıza kavuşulabilirsiniz.
Hayırlı şifâlar dileğimle …
Cemil A. Sülemi