Booking.com

Bir illüzyon olan sahte benlik duygusu


"Ben" dediğinizde, gerçek kimliğinizden bahsetmiyorsunuz





Sese dökülüp ağızdan yayılsınlar, yada sadece düşünceler olarak kalsınlar, kelimeler, üzerinizde neredeyse hipnotik bir etki yapabilirler. Kendinizi kolayca onların içinde kaybeder, bir kelimeyle bir şeyi bağdaştırdığınızda, o şeyin ne olduğunu bildiğiniz inancına kapılırsınız. Gerçek şu ki: Ne olduğunu bilmiyorsunuz, yalnız gizemi bir etiketle örtüyorsunuz. Hiç bir şey, bir kuş, bir ağaç, hatta basit bir taş ve hepsinden öte insan, asla tam olarak bilinemez. Bunun nedeni, zihinle kavranamayacak bir derinliğe sahip olmasıdır. Hepimiz algılıyabilir, deneyimleyebilir, düşünebiliriz ve bunların tümü, sadece gerçekliğin yüzeydeki katmanıdır; yani bir buzdağının görünen ucudur. Yüzeydeki görünüşün altına indiğinizde, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu görmekle kalmaz, aynı zamanda bütün hayatın başladığı Kaynak ile de bağlantılı olduğunu görürsünüz. Bir taş, bir çiçek, veya bir kuş bile, size Tanrıya, Kaynağa ve kendinize uzanan yolu gösterebilir. Ona baktığınızda, elinizde tuttuğunuzda ve isimlendirmeye kalkışmadığınızda, içinizde bir hayranlık, bir huşu uyanır. Özüyle kendini size anlatır ve özünü size yansıtır.
Büyük sanatçıların sezdikleri ve sanat eserlerinde yansıtmayı başardığı şey budur. Van Gogh asla şöyle demedi: "Bu sadece eski bir sandalye." Bunun yerine sandalyeye baktı, baktı, baktı, sandalyenin varlığını hissetti, sonra tuvalinin karşısına geçip, boyalarını aldı. Sandalyenin kendisi, muhtemelen bir kaç dolardan fazla etmezdi, ama aynı sandalyeyi duyguyla yansıtan tablonun fiyatı bugün 25 milyon dolardan fazla.
Dünyayı kelimeler ve etiketlerle doldurmadığınızda, insanlığın düşünceyi kullanmak yerine, düşünceye esir olduğu, boşuna zaman kaybettiğ, mucizevi bir duygu hayatınıza geri döner. Hayatınız müthiş bir derinlik kazanır, nesnelere bir yenilik, bir tazelik gelir.

En büyük mucize ise, bütün kelimelerin, düşüncelerin, zihinsel etiketlerin ve imgelerin ötesinde, kendi özbenliğinizi deneyimlemektir. Bunun olması için, kendi "Ben" duygunuzu, yani kendinizi tanımladığınızı düşündüğünüz şeyle oluşan kördüğümü çözüp, ayırmanız gerekir.
Nesnelere, insanlara, yada durumlara, sözel yada zihinsel etiketler yapıştırmakta ne kadar aceleci davranırsanız, gerçekliğiniz o kadar sığ ve cansız olur; aynı zamanda, kendinizi gerçeklikten uzaklaştırır, etrafınızda kendini belli eden yaşam mucizeleri de birer birer yok olur. Bu şekilde "akıl" elde edilebilir, ama "bilgelik" kaybolur, aynızamanda mutluluk, sevgi, yaratıcılık ve canlılık da kaybolur. Bütün bunlar, algıyla yorum arasındaki hareketsiz boşlukta sıkışıp kalırlar. Elbette ki kelimeleri ve düşünceleri kullanmak zorundayız. Onların da kendi güzellikleri var; ama onların esiri olmak zorunda mıyız?

Kelimeler, "gerçekliği" insan zihninin kavrayabileceği bir boyuta indirger ve emin olun, bu da o kadar derin bir boyut değildir.

Dilde ses telleri tarafından sekiz temel ses vardır: a, e, ı, i, o, ö, u, ü,. Diğer sesler, hava basıncıyla üretilen konsonantlardır: s, f, g gibi. Böylesine basit seslerin kim olduğunuzu, evrenin nihai amacını veya bir ağacın ya da taşın derinliğinde ne olduğunu açıklayabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?

"Ben" kelimesi, nasıl kullanıldığına bağlı olarak, hem en büyük hatayı, hem de en derin gerçeği içinde barındırır. Geleneksel kullanımıyla, dilde en sık kullanılan kelimelerden biri olmakla kalmaz ("benim," "benimki," "kendim" gibi ilgili kelimelerle birlikte), aynı zamanda da en büyük hatalardan biridir. Normal günlük kullanımında "ben", önemli bir hatayı, kim olduğunuzla ilgili yanlış bir kanıyı, sahte bir kimlik duygusunu da beraberinde getirir, bu egonun ta kendisidir. Bu sahte benlik duygusu, sadece uzayın ve zamanın gerçekleriyle ilgili değil, aynızamanda insan doğasıyla ilgili derin görüşler geliştirmiş olan Albert Einstein'ın "optik bir bilinç yanılsaması" olarak adlandırdığı şeydir. Bu sahte benlik duygusu, gerçekliğin tüm yanlış yorumlarını, tüm düşünce yöntemlerini paylaşımları ve ilişkileri de peşinden sürükler. Gerçekliğiniz, ilk illüzyonun bir yansıması haline gelir.

İyi haber şudur ki: Eğer bir illüzyonun illüzyon olduğunu anlayabilirseniz, illüzyon çözülür. Bir illüzyonun anlaşılması sona ermesi demektir. İllüzyonun varlığını sürdürmesi, anca onu gerçek sandığınız süre içersinde mümkündür. Kim olmadığınızı anladığınızda, gerçekte kim olduğunuz kendiliğinden ortaya çıkar. Ego dediğimiz sahte benliğin mekaniklerini incelediğimiz bu ve bir sonraki bölümlerde, dikkatle/yavaşça okurken, bu deneyimi kısmen de olsa yaşayabilirsiniz.
Sahte benliğin doğası nedir?




"Ben" dediğinizde genellikle sözünü ettiğiniz şey, gerçek kimliğiniz değildir. İnanılmaz bir basitleştirmeyle "ben" dediğiniz her seferinde, gerçek kimliğinizin derinliğini, zihninizdeki "ben" düşüncesiyle ve "ben"i tanımladığınız her şeyle karıştırırsınız. Peki "ben" kelimesini ve "benim", "benimki", "kendim" gibi ilgili kelimeleri kullandığınızda, genelde sözünü ettiğiniz şey nedir? Bir çocuk anne babasının ağzından ismini duyduğunda, zaman içinde bu kelimeyle bir özdeşlik kazanır ve zihninde kimliği ile ilgili bir düşünce biçimlenir. O aşamada bazı çocuklar kendilerinden üçüncü şahısmış gibi söz ederler. "Johnny acıktı". Çok geçmeden, büyülü "ben" kelimesi öğrenilir ve kendi kimlikleriyle özdeşleştirdikleri isimlerin yerine bu kelimeyi geçirirler. Sonra başka düşünceler gelerek ilk "ben" düşüncesi ile birleşir. Sonraki aşama "ben" ve "benim" düşüncelerini, bir şekilde "ben"in parçaları olan düşüncelerle birleştirmektir. Bu kendini nesnelerle tanımlamadır, ama zaman içinde, nesnelere benlik duygusu katan bu kelimeler, gerçek kimliği ortadan kaldırır. "Benim" oyuncağım kırıldığında, yada kaybolduğunda, korkunç bir acı hissedilir. Bunun nedeni oyuncağın çok özel bir değere sahip olması değil, çocuk zaten çok geçmeden o oyuncağa olan ilgisini kaybedecektir, bunun asıl nedeni "benim" düşüncesidir. Oyuncak, çocuğun gelişmekte olan "ben" düşüncesi ile, yada diğer bir deyişle benlik duygusuyla özdeşleşmiştir.

Dolayısıyla, çocuk büyürken ilk "ben" düşüncesi başka düşünceleri kendine çekmeye başlar: Kendini cinsiyetle, mülkiyetle, vücuduyla, milliyetiyle, ırkıyla, diniyle, mesleğiyle tanımlar. "Ben"in kendini tanımladığı diğer şeyler, bilgi yada görüşler, sevilen ve sevilmeyenler üreten rollerdir; baba, anne, karı koca vb. gibi. Geçmişte başıma gelenler "bana" olanlardır ve bu anıların düşünceleri "ben" düşüncesiyle birleşerek "ben ve geçmişim" duygusunu yaratırlar. Bunlar insanların kimlik duygularını aldıkları şeylerden sadece bazılarıdır. Sonuçta benlik duygusunun eklendiği ve rasgele birarada tutulan düşüncelerden daha fazlası değildirler. Bu zihinsel yapı, normalde "ben" derken kastettiğiniz şeydir. Daha açık söylemek gerekirse: "Ben" dediğinizde çoğu zaman konuşan siz değilsinizdir; o zihinsel yapının, ego- benliğin bazı yönleridir. Uyanışı gerçekleştirdiğinizde, yine zaman zaman "ben" kelimesini kullanacaksınız, ama bunu benliğinizin çok daha derinlerinden hissederek yapacaksınız.

Çoğu kişi, kendini hala düşünce akımlarıyla, takıntılı düşüncelerle tanımlamaktadır ve bunların bir çoğu anlamsızdır. Kendi düşünce sistemlerinden ve beraberinde getirdikleri duygulardan ayrı tuttukları bir "ben" yoktur. Ruhsal açıdan bilinçsiz olmanın anlamı budur. Kafalarında sürekli konuşan bir ses olduğu söylendiğinde, "ne sesi"? derler, yada öfkeyle inkar ederler; ama aslında bunu yapan düşünücü zihindir, neredeyse kontrollerini ellerinden almış gibidir. Bazı insanlar, kendilerini düşüncelerinden ilk kez ayırdıkları ve kısa bir süre için de olsa kimlik değişimi yaşadıkları zamanı hiç unutamazlar. Diğerleri ise bunu pek fark etmez, yada hiç nedensiz bile olsa, yaşadıkları içsel huzura veya mutluluğa bağlarlar.
"Psikolojik "korku"nun Sebepleri





Korku nasıl ortaya çıkar ve insanların yaşamlarında neden o kadar çok korku vardır? "Belli ölçüde korku, kendimizi korumamız açısından önemli bir şey değil midir? Eğer ateşten korkmuyorsak, elimizi ateşe sokup yakabiliriz".. diyebilirsiniz ama gerçek şu ki, elinizi ateşe sokmazsınız, çünkü bunun asıl nedeni korku değil, elinizin yanacağını bilmenizdir. Herhangi bir tehlikeden sakınmak için korkuya ihtiyacınız yoktur, bunun için asgari düzeyde zekâ ve sağduyu yeterlidir. Böyle pratik meseleler için, geçmişte öğrenilmiş dersler uygulanır. Eğer birisi sizi ateşle, ya da fiziksel şiddetle tehdit ediyorsa, tabiki korku gibi bir şey hissetmeniz doğaldır. Bu tehlikeden içgüdüsel bir geri çekilmedir, ama durum, sözünü ettiğimiz psikolojik korku hali ile ilgisi yoktur. Psikolojik korku hali, herhangi somut ve gerçek tehlikeyle ilişkili değildir. O huzursuzluk, endişe, sinirlilik, gerilim, fobi vs. gibi birçok şekilde kendisini gösterir. Bu tür psikolojik korku, şu anda olan bir şeyden değil, daima olabilecek bir şeyden ve bu düşünceden kaynaklanır. Zihniniz gelecekteyken, siz şimdi'de ve burada'sınızdır. Bu bir endişe aralığı yaratır.

Eğer zihninizle özdeşleşmiş ve içinizdeki güç ve sadelik ile temasınızı yitirmişseniz, bu endişe aralığı sizin değişmez refakatçiniz olur. Siz şimdiki an'la muhtemelen kolayca başa çıkabilirsiniz, ama bir zihin ürünü (projeksiyonu) olan herhangi bir şeyle başa çıkamazsınız; yani siz gelecekle başa çıkamazsınız. Dahası, siz zihninizle özdeşleştiğiniz süre içinde, ego'nuz yaşamınızı yönetir. İncelikli savunma mekanizmalarına rağmen, hayalet doğasından ötürü, ego çok savunmasız ve güvensizdir, kendisini sürekli tehdit altında görür. Ego, kendisini dışa doğru çok güvenli olarak takdim etse de, bu böyledir.

Zihnin ürettiği, gelecek ile ilgili düşüncelere, bedenin gösterdiği duyguları hatırlayın. Beden, sahte zihin ürünü olan "ben"likten (ego'dan) ne mesajı alır? Tehlike, ben tehdit altındayım! Ve mesaj tarafından üretilen duygu nedir? Elbette korku!

Korkunun görünüşte birçok nedeni vardır. Kaybetme korkusu, başarısızlık korkusu, incinme korkusu vs., ama nihaiyetinde tüm korku, ego'nun ölüm, yani yok olma korkusudur. Ego'ya göre, ölüm daima köşe başında bekler. Zihinle özdeşleşme hali içindeyken, ölüm korkusu yaşamınızın her veçhesini etkiler. Örneğin, bir tartışmada haklı çıkmak, özdeşleştiğiniz zihinsel pozisyonu savunmak gibi görünüşte önemsiz ve "normal" bir gereksinim bile, ölüm korkusundan kaynaklanır. Eğer zihinsel bir pozisyonla özdeşleşip, sonra haksız çıkarsanız, zihne dayalı benlik duygunuz ciddi şekilde yok olma tehdidi hisseder. Böylece egonuz haksız çıkmayı, yanılıyor olmayı kaldıramaz. Haksız çıkmak, ölmek gibi bir şeydir. Bunun uğruna sayısız savaşlar yapılmış, ilişkiler bozulmuştur.

Bir kez zihninizle özdeşleşmeyi bıraktığınızda, (ego'nuza uymadığınızda) haklı ya da haksız olmanız, kişisel duygunuz açısından etkili olmayacaktır. Haklı çıkmak için duyduğunuz o zorlayıcı ve bilinçsiz gereksinim, ki o bir şiddet biçimidir, artık var olmayacaktır. Siz bu durumda ne hissettiğinizi, ya da ne düşündüğünüzü açıkça belirtebilir, ama saldırgan ya da savunmacı bir tutuma girmezsiniz. Siz o zaman benlik duygunuzu zihninizden değil, içinizdeki daha derin ve gerçek bir yerden almaktasınız.

İçinizdeki her türlü savunmacılığa dikkat edin. Siz neyi savunuyorsunuz? İllüzyonik bir kimliği, zihninizdeki bir imajı, hayali bir varlığı. Bu duruma tanık olup, bu kalıbı ve onunla özdeşleşmeyi bırakırsanız, o zaman, bilincinizin ışığında, o bilinçsiz kalıp, eriyip yok olacaktır. Bu ilişkileri kemirip aşındıran, tüm tartışmaların ve güç oyunlarının sonudur. Başkaları üzerinde güce sahip olmaya çalışmak, kuvvet kılığına bürünmüş zayıflıktır. Gerçek güç içimizdedir ve ona her an ulaşabiliriz.

Böylece korku, zihniyle özdeşleşmiş, içinde var olan gerçek gücünden - derin benliğinden kopmuş insanların değişmez refakatçisi olmaya devam edecek. Çünkü zihni'ni aşmış insanların sayısı malesef çok az, dolayısıyla karşılaştığınız, ya da tanıdığınız hemen herkesin, bir korku hali içinde yaşadığını varsayabilirsiniz. Yalnız bu durumun yoğunluğu değişir. O ölçeğin bir ucunda endişe ve korku, diğer ucunda belirsizlik, huzursuzluk, tehdit duygusu vardır. Ancak bu durum uç noktalara ulaştığında, gitgide onun bilincine varmaya başlayan insanlar olacaktır.
Ego'nun bütünlük arayışları





Egosal zihnin ayrılmaz bir parçası olan duygusal acı'nın başka bir veçhesi de, derinlere gömülü bir yoksunluk, bir eksiklik, bir bütün olmama duygusudur. Bu olgu, bazı insanlarda bilinçli, bazılarında bilinçsiz vuku bulur. Eğer bilinçliyse, sürekli tedirginlik ve değerli olmadığını, ya da yeterince iyi olmadığını hissetmek şeklinde tezahür eder. Eğer o kişi bilinçsiz ise, dolaylı olarak arzu, istek ve ihtiyaç şeklinde hissedilir. Her iki durumda da insanlar içlerinde hissettikleri bu boşluğu doldurmak için, ego'nun doyumunun ve özdeşleşecek şeylerin peşine düşerler. Böylece onlar temelde kendilerini daha iyi hissetmek, daha tamam hissetmek için malın mülkün, paranın, başarının, güc'ün, ün'ün ya da özel bir ilişkinin peşine düşer, bunlar için uğraşıp çabalarlar. Ama, onlar tüm bu şeylere eriştiklerinde, çok geçmeden boşluğun halâ orada olduğunu, onun dipsiz bir kuyu olduğunu anlarlar. O zaman başları gerçekten dertte olur, çünkü artık kendilerini aldatamazlar. Aslında, aldatabilirler ve bunu yapıyorlar da, ama bunu yapmak giderek zorlaşır.
Egosal zihin yaşamınızı yönettiği süre, gerçek rahat ve huzur'dan yoksun kalırsınız. İstediğiniz bir şeyi elde ettiğiniz, bir arzuyu doyuma uğrattığınız o kısa zamanlar dışında, doyum içersinde olamazsınız. Ego, bir şeyden alınan bir benlik duygusu olduğundan, o dışsal şeylerle özdeşleşmeye ihtiyaç duyar. O sürekli hem savunulmaya, hem de beslenmeye ihtiyaç duyar. En yaygın ego özdeşleşmeleri mal mülk, yaptığınız iş, toplumsal statü, itibar, bilgi, eğitim, fiziksel görünüm, özel yetenekler, ilişkiler, kişisel ve ailesel geçmişlerdir. Ayrıca, inanç sistemleri, siyasi, milliyetçi, ırkçı, dini ve diğer ortak özdeşleşmelerle de ilgilidir. Bunların hiçbiri gerçek kimliğiniz değildir.

Siz bunu korkutucu bulmuyor musunuz? Ya da bunu bilmek bir çare olabilir mi? Siz tüm bu şeyleri er ya da geç bırakmak zorunda kalacaksınız. Belki bunu inanılması güç bir şey olarak görüyorsunuz ve ben sizden kimliğinizin bu şeylerde bulunamayacağına inanmanızı istemiyorum. Bunun gerçeğini kendiniz keşfedeceksiniz, en geç ölümün yaklaştığını hissettiğinizde, bunun farkına varacaksınız. Ölüm siz olmayan her şeyin soyulup gitmesidir. Yaşamın sırrı "ölmeden ölmek," ve ölüm diye bir şeyin olmadığını görmektir.
Şimdi'de olun - kendinizi zihinde aramayın



"Bilinçliliğe ya da spiritüel aydınlanmaya yaklaşabilmek için, önce zihnimin işleyişi hakkında bir hayli şey öğrenmem gerektiğini düşünüyorum".. diyebilirsiniz. Hayır, gerekmiyor, zihnin sorunları, zihin düzeyinde çözülemez. Bir kez temel işlev bozukluğunu anladığınızda, öğrenmeniz ya da anlamanız gereken herhangi bir şey kalmıyor. Zihnin karmaşıklıklarını incelemek sizi iyi bir psikolog yapabilir, ama bunu yapmak tıpkı deliliğin incelenmesinin, akıllılığı yaratmaya yeterli olmadığı gibi, zihnin ötesine götürmeyecektir. Bilinçsizlik halinin temel işleyiş biçimini zaten anladınız; bu zihinle özdeşleşmektir ki, o sahte benliği, ego'yu yaratır ve onu Var'lıkta köklenen gerçek benliğinizin yerine geçirir.

Ego'nun gereksinimleri hiç bitmek bilmez, o kendini savunmasız ve tehdit altında hisseder, bu yüzden korku ve istek hali içinde yaşar. Bir kez bu temel işlev bozukluğunun nasıl çalıştığını anladığınızda, artık onun tüm tezahürlerini araştırmaya, onu karmaşık bir kişisel sorun haline getirmeye gerek kalmaz. Ego, elbette, bunu sever, o daima kendi illüzyonik benlik duygusunu desteklemek ve güçlendirmek için, bağlanacağı bir şey arar, böylece sizin sorunlarınıza seve seve bağlanacaktır. İşte bu yüzden, birçok insanın benlik duygusunun büyük bir bölümü, kendi sorunlarına yakından bağlıdır. Bir kez bu olduğunda, onların istedikleri son şey, bu sorunlardan kopmaktır; çünkü bu, sahte "ben"liğin kaybı anlamına gelecektir.

Acı ve ıstıraba bir hayli bilinçsiz ego yatırımı olabilir. Ancak bir kez bilinçsizliğin kökeninin ne olduğunu anladığınızda, onun hemen dışına çıkarsınız, orada mevcut hale gelirsiniz. Orada mevcut olduğunuzda, zihinle karışmadan, onun olduğu gibi olmasına izin verebilirsiniz. Zihin kendi başına işlev bozukluğuna sahip değildir. O olağanüstü bir alettir. İşlev bozukluğu siz kendinizi zihinde aradığınızda ve onu gerçek benliğinizle karıştırdığınızda ortaya çıkar. İşte o zaman, o egosal zihin haline gelir ve tüm yaşamınızı ele geçirir.
Zaman illüzyonunu sona erdirin




"Zihinle özdeşleşmekten kurtulmak, neredeyse olanaksız gibi görünüyor. Biz hepimiz kendimizi kaptırmış durumdayız. Siz bir balığa uçmasını nasıl öğretebilirsiniz ki?" ..diyebilirsiniz. İşte bunun anahtarı: Zaman illüzyonu'nu sona erdirin. Zaman ve zihin birbirinden ayrılmaz. Zihinden zamanı ayırın, zihin durur ve siz onu kullanmadıkça öyle kalır. Zihninizle özdeşleşmeniz, zamanın kapanına kısılmanız anlamına gelir: bu neredeyse yalnızca bellek ve beklentiyle yaşamaya zorlanmaktır. Bu zihninizin geçmiş ve gelecekle aralıksız meşgul olmasına ve şimdiki an'ı kabullenme, onurlandırma (şükretme) konusunda isteksizliğe neden olur. Bu zorlanma, bu dürtü, geçmişte size bir kimlik verdiği ve gelecek için kurtuluş/doyum vaad ettiği için, ortaya çıkar. Bunların her ikisi de illüzyondur.

"Ama, bir zaman duygusu olmadan, biz bu dünyada nasıl işlev yapabiliriz ki? O zaman artık ulaşmak için çaba gösterilecek bir hedef olmayacaktır. O halde ben kim olduğumu da bilmeyeceğim, çünkü benim bugünkü kimliğimi oluşturan şey geçmişimdir. Zaman değerli bir şey ve bizim onu boşa harcamak yerine, akıllıca kullanmayı öğrenmemiz gerekiyor." ..diyebilirsiniz!

Zaman hiç de değerli bir şey değildir, çünkü o bir illüzyondur. Sizin değerli olarak algıladığınız şey, zaman değil, zamanın dışındaki tek noktadır: "Şimdi". Siz "geçmiş ve gelecek" üzerinde ne kadar odaklanırsanız, Şimdi'den, var olan en değerli şeyden uzaklaşırsınız.
"Şimdi" neden en değerli şey?
Birincisi, o tek şeydir, o var olan her şeydir. Şimdiki an içinde, tüm yaşamınız gelişir, o değişmez tek etkendir. Yaşam şimdidir, yaşamınızın şimdi olmadığı bir zaman asla olmamıştır ve olmayacaktır. İkincisi, "Şimdi" sizi zihnin sınırlarının ötesine götürebilecek tek noktadır. O sizin sonsuz ve form'suz Var'lık alemine tek giriş noktanızdır. Hiç bir şey, "Şimdi"nin dışında varolamaz!

"Geçmiş ve gelecek şimdi kadar, hatta bazen ondan daha gerçek değil midir? Ne de olsa, geçmiş bizim şimdi kim olduğumuzu ve herşeyi nasıl algıladığımızı, davranışlarımızı belirler. Ayrıca gelecek hedeflerimiz, şimdi hangi eylemlerde bulunacağımızı belirler."..diyebilirsiniz.

Söylediğim şeylerin özünü henüz kavrayamadınız, çünkü onu zihinsel olarak anlamaya çalışıyorsunuz. Zihin bunu anlayamaz. Sadece siz anlayabilirsiniz, lütfen, sadece konsantre olup dinleyin. Siz hiç Şimdi'nin dışında bir şey deneyimlediniz mi, yaptınız mı, düşündünüz mü, ya da hissettiniz mi? Ve bunu yapabileceğinizi zannediyormusunuz? Herhangi bir şeyin Şimdi'nin dışında vuku bulması mümkün müdür? Yanıt aşikârdır, öyle değil mi?

Hiçbir şey geçmişte vuku bulmamıştır; o Şimdi'de vuku bulmuştur. Hiçbir şey gelecekte vuku bulmayacaktır; o Şimdi'de vuku bulacaktır. Sizin geçmiş olarak düşündüğünüz şey, eski bir Şimdi'nin zihinde depolanmış anılarıdır. Siz geçmişi hatırladığınızda, bir anıyı yeniden canlandırırsınız ve bunu şimdi yaparsınız. Gelecek ise, hayal edilen bir Şimdi'dir, o zihnin bir projeksiyonudur. Gelecek geldiğinde, Şimdi olarak gelir. Siz gelecek hakkında düşündüğünüzde, bunu şimdi yaparsınız. Geçmiş ve gelecek, kendi başına bir realiteye, bir gerçekliğe sahip değildir. Tıpkı ayın kendi başına bir ışığa sahip olmayıp, sadece güneşin ışığını yansıtabilmesi gibidir. Geçmiş ve gelecek yalnız ebedi şimdi ışığının solgun yansımalarıdır. Onların realitesi Şimdi'den "ödünç alınmıştır." Benim burada söylediğim şeyin özü, zihin tarafından anlaşılamaz. Siz onu kavradığınız anda, zihinden Var'lık haline, zamandan an'da mevcudiyete doğru bir bilinç değişimi olur. Birden, her şey size canlı gelir, enerji yayar, Var'lığı yayar.
Spiritüel boyutun anahtarı




Yaşamı tehdit eden acil durumlarda, zaman içindeki durumdan, an'daki mevcudiyete doğru bilinç değişimi meydana gelebilir. Geçmişe ve geleceğe sahip kişilik, bir an için geri çekilir ve onun yerini sessiz, ama uyanık ve tetikte olan yoğun bilinçli mevcudiyet alır. O durumda nasıl bir tepki gösterilmesi gerekiyorsa, bu, o bilinç halindeyken ortaya çıkar. Bazı insanların dağcılık, otomobil yarışı gibi tehlikeli faaliyetlere katılmalarının nedeni, onlar bunun farkında olmasalar da, bu faaliyetlerin onları Şimdi'de zamandan, sorunlardan, düşünmekten, kişiliğin yüklerinden, özgür olan o yoğun biçimde canlı halde bulunmaya zorlamasıdır. Bu faaliyetler sırasında şimdiki andan bir saniye bile uzaklaşmak, ölüm anlamına gelebilir. Ne yazık ki, onlar bu hal içinde olabilmek için, belli bir faaliyete bağlı ve muhtaç durumdadırlar. Ama, bu canlılığı yakalamak için dağların zirvelerine tırmanmanız gerekmez. Siz bu hal içine hemen şimdi girebilirsiniz.

Kadim zamanlardan beri, tüm geleneklerin spiritüel üstatları spiritüel boyutun anahtarı olarak Şimdi'ye işaret etmişlerdir. Buna rağmen, görünüşte o bir sır olarak kalmıştır. O kesinlikle kiliselerde ve tapınaklarda öğretilmez. Eğer siz bir kiliseye giderseniz, İncil'den, "Yarını düşünmeyin, çünkü yarın kendi başının çaresine bakacaktır," ya da "Ellerini sabana koyup geriye bakan hiç kimse, Tanrı'nın alemi'ne giremez," gibi sözlerin okunduğunu duyabilirsiniz. Ya da, yarın için endişelenmeden sonsuz Şimdi'de rahatlık içinde yaşayan ve geçimleri Tanrı tarafından bol bol sağlanan güzel çiçekler hakkındaki parçayı dinleyebilirsiniz. Bu öğretilerin derinliği ve radikal doğası anlaşılıp kabul edilmemiştir. Görünüşte hiç kimse bu öğretilerin yaşanması ve böylece derin içsel değişim dönüşüm meydana getirmesi için verilmiş olduklarını idrak etmemiştir.
Şimdi'de, zamanın yokluğunda, tüm sorunlarınız ortadan kalkar. Iztırabın zamana ihtiyacı vardır; o Şimdi'de varlığını sürdüremez. Büyük Zen üstadı Rinzai, öğrencilerinin dikkatini zamandan uzaklaştırabilmek için, sık sık parmağını kaldırıp yavaşça şöyle sorardı: "Şu anda eksik olan nedir?" Bu zihin düzeyinde bir yanıtı gerektirmeyen güçlü bir sorudur. O sizin dikkatinizi derinden Şimdi'ye çekmek için tasarlanmıştır. Zen geleneğinde benzer bir soru da şudur: "Eğer şimdi değilse ne zaman?"

Şimdi, ayrıca, İslam'ın mistik kolu olan Sufizm (tasavvuf) öğretisinin de merkezini oluşturur. Sufıler'in, "Sufi, şimdiki anın çocuğudur," diye bir deyişi vardır. Ve Sufizm'in büyük şairi ve öğretmeni Mevlâna Celâleddin Rumi şöyle der: "Geçmiş ve gelecek Tanrı'yı bizim gözümüzden saklar; her ikisini de ateşe atıp yakın."
On üçüncü yüzyılın spiritüel öğretmeni Üstat Eckhart tüm bunları çok anlamlı özetlemiştir: "Zaman, ışığın bize erişmesini engelleyen yegane şeydir. Tanrı ile aramızda zamandan daha büyük bir engel yoktur."


Kaynak: Bu sayfa, Eckhart Tolle'nin kitaplarından alıntılar içerir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder