Booking.com

David Eagleman – Yaşlandıkça Zaman Neden Daha Hızlanır?



























Geriye dönük bazı olaylara ya da bir zamana baktığımızda, anıları hatırlamaya başlarız ve ne kadar çok anı hatırlarsak bunları hatırlamak da o kadar uzun zaman alır.
Örneğin; çocukluğunuzda geçirdiğiniz yazı, yazın sonunda  hatırladığınızda, bu epey uzun sürebilir. Bunun sebebi de her şeyin yeni olmasıdır, sizin yeni deneyimlere sahip olmanız, yeni şeyler öğrenmeniz. Dolayısıyla, geri dönüp, o yaz sonuna baktığınızda, o kayıttan çıkaracağınız çok şey olacaktır. Ancak bunun tersine, yaşlandığınızda, bir şekilde yaşamın kurallarını ve kalıplarını öğrenmiş oluyorsunuz, ve evet bu önemli, yaşamın nasıl işlediğini biliyorsunuz ama bunun olumsuz tarafı, bu öğrendiklerinizde fazla anı bulunmamakta.
Dolayısıyla, 60 yaşına geldiğinizde ve geriye dönüp, geçirdiğiniz yaza baktığınızda vay be çok hızlı geçmiş dersiniz. Neden?, Çünkü, o yaz diğer geçen yazlar gibidir. Yenilik, yavaş yavaş ortadan kalktıkça, zaman bir şekilde sanki hızlanır. Yalnız ben size aslında nasıl daha uzun “yaşarsınız”ı söylemiyorum, ben size uzun yaşadığınızı nasıl düşündüğünüzü anlatıyorum. Basitçe, yeniliği arayın, yenilikçi olun…
Ben kendi açımdan, “zaman”ın gerçekten de bir “illüzyon” olduğunu anlamışım gibi hissediyorum. Dolayısıyla, bu konuda fazla konuşmak istemiyorum. Aslında bizler zamanda ileri doğru sabit hızla hareket ettiğimizi hissetsek bile, bir gün her şeyin düşündüğümüzden, olması gerektiğinden de daha garip olduğunu görürsek, buna hiç şaşırmam…
David Eagleman

Eckhart Tolle – An’da Olma Egzersizleri



























Şimdiki anın gücüne erişmek için pek çok küçük şey yapabilirsiniz. Mesela… çok basit bir şey….
Kendinize sorun…. hala nefes alıyor muyum?
Ve aniden havanın vücudunuza dolduğunu ve boşaldığını hissedeceksiniz.
Evet…. nefes alıp vermekteyim!
Ve artık bütün canlılığıyla ana gelmişsinizdir. Beş saniye bile sürse artık siz şimdiki an olmuşsunuzdur, -anın içinde- o anda.
Bir başka önerim ise günlük aktivitelerden örneğin; ellerini yıkamak, odanın içinde yürümek, şehirde gezinmek, merdivenlerden aşağıya inmek, en basitinden dolaptan fincanı almak… bilinçli yapın… an’da olarak yapın… mesela ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığını hissedin, sabunun kokusunu duyun. Kısaca, duyularınız haline gelin; görme, duyma, tatma, koklama ve dokunma sizi şimdiki ana getirecektir.
Ve şimdide olmayı ne kadar çok hayatınıza katarsanız eskiye dair kalıpların, tortuların yavaş yavaş aşınmaya, yok olmaya başladığını göreceksiniz.
Bu basit şeyleri yapmayı öğrenmek zihninizi, içsesinizi susturmaya başlayacaktır.
Aslında günlük hayatta bu en basit şeylere dikkatinizi vererek şimdide olmayı daha çok başarırsınız. Çünkü tüm gün böyle küçük işlerle örülü ve çoğu göreceli olarak basittir. Ve yaptığınız her şey sonludur, fanidir, bir sonu vardır ve bitecektir. Bitmesi yeni bir başlangıç demek, dolayısıyla gelecek denen şey de aslında şimdiki anın içindedir diyebiliriz.
Şimdiki anda düşünce olmaz, insan şimdiyi düşünmez sadece yaşar. Doğal olarak bir sonraki işi yapmak istersin.
Ellerini yıkıyorsundur ve zaten o yüzden oradasındır. Eğer kahve yapıyorsan içmek için yapıyorsundur. Bu demektir ki her şeyin bir sonu vardır ve her son yeni bir başlangıçtır. Dolayısıyla gelecek diye bir şey yoktur, her şey bu an içinde olup bitmektedir.
Bu nedenle öfkelenmezsin, kaygı  ve stres oluşturmazsın.
BU YÜZDEN SADECE ANDA OLUN.
Eckhart Tolle

Zaman Herkese Göre Değişir – David Eagleman





Zaman Evrenin ardındaki bir vuruş mu? Ya da zaman yerden yere kişiden kişiye değişen bir şey mi? Yaşlandıkça zaman akıntısı bizi daha hızlı götürüyor ve biz yaşlandıkça zamanla olan ilişkimiz de değişiyor.
Araştırmalar zamanın akış hızının yaşınızın karekökü ile arttığını gösteriyor.  Yani 10 yaşında 1:1, 20 yaşında 1:1.14 ve 60 yaşında 1:2,44, yaklaşık 2,5 kat daha hızlı. Hepimiz zamanı saniye saniye deneyimleriz ama böyle hissetmeyiz. Baylor Tıp Fakültesi’nden David Eagleman kariyerinin çoğunu insanın zamanı nasıl algıladığı bulmacasını çözmekle geçirdi. Zaman algımızın biyolojik ve psikolojik durumlarla yönetildiğini bulmuş.
“Bir çok insan alarm çalmadan az önce uyanır, çünkü bedenlerinin günlük ritmi bedenlerindeki sinyallerle birlikte kalkma zamanının geldiğini söyler ve aniden uyanırlar.”
Zaman algımız, uyarı eksikliği, aşırı uyarılma ve çeşitli bilinç durumları gibi benzeri şeylerle de değişir.
“Örneğin; insanlar marihuana içtiğinde şöyle hissedebilirler “Vay! sanki sürekli buradaydım, ne kadar zamandır buradayım?”. Gerçi bu, zaman akışlarının yavaşlaması olsa da, kesinlikle yavaş zaman algısı değildir. Bence bu, hafızada o ana ait izi, oraya ne zaman geldiklerine ait işareti bulamamalarındandır. Bu işaret olmadan kendilerini çok uzun zamandır oradaymış gibi hissediyorlar.”
Eğer bir kaza geçirdiyseniz “tüm olay ağır çekimde gerçekleşiyor” gibi gelen o değişik hissi deneyimlemişsinizdir. Narkotik belirsizliğin tersine tüm ayrıntıları hatırlarsınız. Bu hafızanın zamanı çarpıtmasına ilişkin diğer bir durumdur.
“Gerçekten de böylesi şiddetli bir durumda beynin acil durum merkezi devreye girer ve olay sırasındaki bu yoğun görüntüleri kaydeder. Bu yüzden olay çok uzun zaman almış gibi gözükür.”
Herhangi bir zamandaki anı için beyin devasa boyutlarda bilgi işler ve senkronize eder. Gerçekte basit hareketler beynin hızını ve gücünü gösteren mucizelerdir.
“Parmaklarınızı şıklattığınızda bu eşzamanlı gibi gözükür. Görüntü ve ses aynı anda oluyormuş gibi gözükür. Gerçekte olan şey ise; duyu sistemimiz kulaklardan gelen bilgiyi çok çabuk işler, görme sistemimiz ise çok daha yavaştır. Aslında beynimiz önce sesi duyar, ardından görüntüyü görür. Ancak ses ve görüntü birlikteymiş gibi sunulmalı, sinyaller beyne  farklı zamanlarda ulaşsalar bile, aynı anda gerçekleşiyorlar gibi tek bir hikaye gibi sunulmalıdır. Gerçekte tüm bu olay zamana yayılmıştır, ama biz böyle hissetmeyiz. Tüm bu olay aynı anda gerçekleşiyor gibi hissederiz.”
Beynimizin bu bilgiyi biraraya getirmesi ve bilincinize sunması saniyenin milyonda biri kadar zaman alır, bu da hepimizin birazcık geçmişte yaşadığımız anlamına geliyor. Bu zaman geciktirmesi, ne olduğuna ilişkin en iyi hikayenin verilmesi için beyinlerimizin yaptığı bir ayarlamadır. Ancak beyin olayı doğru anlamaz ise, bu sizin zamanla olan ilişkinizi değiştirebilir. Kişisel zamanınız diğerlerinkinden farklı hale gelebilir ve bunun çok kötü sonuçları olabilir. Tıbbi yayınlar bize garip bir olaydan bahseder: yol kenarındaki ağaç ve ışıkların kendisinin 320 km. hızla gittiğini gösterir gibi araç kullanan bir adamın garip hikayesi. Adam hızını azaltmış, ama şehir manzarası hızla gitmeye devam etmiş. Adam dünyayı giderek hızlanıyor gibi algılamış. Adam gerçekte yavaşlamaktadır. Sonra yavaş çekimde yürümüş ve konuşmuş. Böylece zamanda sıkışmadan kurtulmaya başlamış. Adamın bu zaman hastalığına bir beyin tümörünün sebep olduğu ortaya çıktı.
Zaman her neyse derin şekilde içimizle ilgili. Hepimiz kendimize ait iç zamanımızla birer saatiz. David Eagleman, zaman akışının uyumundan küçük bir sapmanın bile ciddi zihinsel rahatsızlıklara neden olabileceğinden şüpheleniyor. “Şizofreninin temelde zaman algısının bozukluğundan kaynaklandığını düşünüyorum. Şimdi zaman algınızda bir sorun hayal edelim. Kendi davranışınızın duyusal sonuçların öncesinde mi veya sonrasında mı olduğunu bilmediğinizi düşünün. Bir çok  parçaya ayrılmış bir idrakınız, kavrayışınız olurdu. Nelere sebep olup olmadığınızı bilemezdiniz.”
David Eagleman kişisel zaman algımızın ne kadar esnek olabileceğini görmek için bir deney tasarladı. Deneğin zaman algısını çarpıtan zekice bir deney. “Basıldığında ışık parlaması oluşturan bir tuş hayal edin. Şimdi küçük bir gecikme ekliyorum. Böylece tuşa bastığınızda ışık parlaması saniyenin onda biri geç oluşacak. Beyniniz bu gecikmeye alışır. Beyniniz davranış yapıldığında duyusal tepkilerin beklenenden biraz daha yavaş olduğunu anlamaya başlar. Beyin kendini ayarlamaya başlar ve hareket size eş zamanlı görünür. Şimdi gecikmeyi kaldırırsam, yani tuşa basıldığında hemen parlama oluşmaya başladığında, parlamanın siz daha tuşa basmadan oluştuğuna inanırsınız. Şizofrenide de olan şey tam budur, Bir davranış ortaya koyar ve der ki: “O ben değildim. Buna sebep olan benmişim gibi hissetmiyorum”.
Zaman kişiden kişiye göre değişiyor gibi gözüküyor. Kişisel zamanımızın esnek doğası David Eagleman’ın zamanın gerçek olup olmadığını merak etmesine neden olmuş. Zaman sahip olduğumuz en inatçı psikolojik filtremiz olabilir.
“Ve gerçekten konunun temeline inmeye başladığımızda, zamanın beyin tarafından nasıl inşa edildiğini anlamaya başladığımızda, fiziğe dönerek oradaki denklemleri tekrar oluşturmak zorunda kalacağız.”
Morgan Freeman ile Evrenin Sırları
çeviri : Hakan Çakmak

Dünya Gördüğümüz Gibi Değil-Dr.R.Beau Lotto, Nöro bilimci

Bizim dışımızda bir dış gerçeklik var mı? Tabi ki bir dış gerçeklik var.
Dünya var, sadece biz göremiyoruz.En azından olduğu gibi göremiyoruz. Aslında hiçbir zaman olduğu gibi göremeyeceğiz.
Aslında olduğu gibi görmemek de faydalı bir şey. Bunun nedeni Berkeley’e kadar uzanıyor. Berkeley, bu fiziksel Dünya’ya duyularımız dışında direk erişimimiz olmadığını söylemişti. Duyularımızda bu dünyanın çoklu verilerini birleştirdiği için algılarımızın doğru olup olmadığını asla bilemeyiz.
Bu her zaman derin bir soru olmuştur: Bu “Dünya’yı gerçekte olduğu gibi mi görüyoruz?” sorusundan öte aslında “Dünya’yı gerçekten herkes aynı olarak görebiliyor mu?” sorusudur.
Cevap ise: Hayır, herkes aynı görmüyor.
Eğer gözümüze, derimize ya da kulaklarımıza gelen bilginin, doğası gereği anlam yüklenmemiş olduğunu hatırlayacak olursak, çünkü bu herhangi bir şey demek olabilir, o takdirde faydalı davranışlar yaratabilmek için başka bir tür dataya ihtiyacımız olduğunu anlarız. Bu datanın geçmişi olmak zorundadır. Yani beyninizin fonksiyonel yapısı dünyayla geçmiş iletişimlerinizin fiziksel bir açığa çıkışı, görüntüsüdür ve bu fiziksel, aktif bir etkileşimdir. Facebook’daki yayınlar gibi pasif data alımı değildir. Bu dünyayla aktif bir iletişimdir.
Mesela şunu düşünelim. 1970’lerden çok bilindik bir deney var. Yeni doğmuş iki tane kedi yavrusu var, gözleri daha açılmamış. Yavrulardan bir tanesi iyi, hareketli yerde koşturuyor. Diğer yavru ise bir sepetin içinde. Sepetin içindeki kedi yerdeki kediyle iletişim halinde. Yerdeki kedi her nereye giderse, sepetteki kedi de oraya gitmiş gibi görüyor. Her ikisinin de görsel dünyaları ortak. Bir süre sonra yerdeki kedinin görselini test ediyorsunuz ve beklediğiniz gibi gayet iyi çıkıyor. Peki ya sepetteki kedi ne görüyor? Hiçbir şey görmüyor. Sepetteki kedi kör. Çünkü hiçbir zaman bu anlam yüklenmemiş bilginin kaynaklarıyla fiziksel olarak etkileşim halinde olup, onlardan anlamlar çıkaramadı. Bu kediye de etrafta koşuşturma fırsatı verildiğinde, görmeyi tekrar öğrenir.
İnsanların almakta olduğumuz datanın anlam yüklenmemiş olduğunu anlaması bazen çok zordur. Çünkü gözlerini açtıklarında etraflarına bakınıp “vovv, her şeyi görüyorum işte. Ne demek anlamsız?” derler.
Çok basit ve belki de en önemli örneklerden bir tanesi de renklerdir. “Dressgate” (herkesin farklı renkte gördüğü elbise) dedikleri şeyi düşünelim. Bunu çok kayda değer buluyorum. Çünkü hepimiz illüzyonlara aşınayız. Bir Fransız ve bir İngiliz’in aynı obje için farklı kelimeler ve kültürel anlamlara sahip olmaları bize normal geliyor. Çünkü bunun kültüre bağlı olduğunu biliyoruz. Deneyimlerimizin farklı olduğunu ve farklı görüşlere sahip olduğumuzu biliyoruz.
Ama insanlar farklı renk algılamasına sahip olduklarını anlar anlamaz, bu onları gerçekten de zorladı. Çünkü bu şu anlama geliyordu: Eğer bu doğruysa, gerçekliği algılamak nedir? anlamı nedir?
Bu yüzden renk harika bir kavram çünkü hem gerçek hem  de soyut. Renk için doğru olan her şey gördüğümüz her şey içinde geçerlidir.
Renk algılamamızın kaynağı nedir? Işık.
400 ile 700 nanometre arası ışık; ki bu da elektromanyetik ışımada minicik bir penceredir. Bu noktada bile, teoride tespit edebileceğimiz potansiyel enerjideki sadece çok minik bir pencereyi görüyoruz. Üstelik bu 400’den 700’e yani küçükten büyüğe, lineer bir ölçek. Ama bizim ışıkla başlayan renk algımız hiç de basit bir şey değil. Aslında bu beynimizde oluşan 3 boyutlu algısal bir alan. Mesela bir parlaklık ekseniniz var; ki bu yoğunluktur. Bir de canlılık (renksel doygunluk) ekseniniz var ki; bu da renk içinde ne kadar gri olduğudur. Bir yangın pompası doymamış veya son derece doygun bir kırmızıdır. Pembe ise nispeten doymamış bir kırmızıdır, içinde gri vardır. Bundan başka bir de renk tonları var; bu da kırmızı, yeşil, mavi ve sarıdır.
Esas dikkat çekici olan şu: fiziksel spektrumun iki ucunu düşünelim. Mavi ve mor olarak algıladığımız ya da kısa dalga boyları diyelim. Bir de kırmızı olarak algıladığımız spektrumun diğer ucu. Bu iki uç, şaşırtıcı şekilde spektrumun orta noktasına değil de, birbirlerine daha çok benzemektedirler. Bu demektir ki, renk algımız daire şeklinde. Yani en büyük ve en küçük uyarıcı aslında algısal olarak birbirlerine benzerler.
Bu şuna benziyor: 1 K. ile 1000 kg. birbirine çok yakın hissedilirken 500 k. bunlardan çok farklı hissedilmesi gibi. Bu en temel seviyede bile esasında gördüğümüz şey, uyarıcıda olan  şey değil. Ayrıca renk algımız kategoriktir. Her rengi kırmızı, yeşil, mavi ve sarı açısından tanımlayabilirsiniz.
Her bir kategori de eşsiz renk tonu dediğimiz şeyle tanımlanır: İçinde başka renk tonu barındırmayan bir kızıllık algısı. Halbuki portakal rengini kırmızı ve sarının karışımı olarak algılarsınız. Ama kırmızı da sadece kırmızı görürsünüz. Sarı da sadece sarı görürsünüz. Ama spektrumlar özgün değildir. Spektrum kategorik değildir. Sürekli dağılım-yayılım durumundadırlar.
En temel seviyede, aldığımız bilgiyi bile doğru olarak yansıtmıyoruz. Bunun nedeni de, onu bu şekilde görmek bizim için daha yararlı olduğundan. Datanın faydasını görüyoruz, datanın kendisini değil.
Dr.R.Beau Lotto, Nöro bilimci
çeviri: Sıdıka Özemre


                                    görmek ile ilgili görsel sonucu

Aydınlanma… En Sıradan / 3.Soru – OSHO

Üçüncü Soru : Osho, sık sık bu iyi, bu doğru, bu yanlış diyorsun. Bu, biz her şeydeki birliği farkedemediğimiz için, sırf bize hitaben kullandığın bir dil mi, yoksa iyi ve kötü diye bir şey var mı?
Hayır, yalnızca bir dil. Benim için hiçbir şey iyi değildir, hiçbir şey kötü değildir. Ama bu senin için tehlikeli olur. Doğru tehlikeli olabilir. Gerçekten de yalnızca doğru tehlikeli olabilir… Yaşamlar asla o kadar tehlikeli değildir, çünkü onlar potansiyel değildir. Onların içinde hiçbir güç yoktur.
Doğru çok yıkıcı olabilir. İyi ya da kötü, doğru ya da yanlış yoktur. Herşey olduğu gibidir, kınama, bölme boşunadır… Ama bu senin için tehlikeli olur. Bu sana çok fazla gelir, sen yanlış anlarsın. Anlayamazsın; iyi olmadığında, kötü olmadığında, sen bunu anlayamazsın ve sen kendi yorumu yaparsın.
Ben iyi ya da kötü olan hiçbir şey yok derken, sen şimdiye dek kötü olarak düşündüğün her ne varsa, artık öyle düşünmeye gerek olmadığını düşünürsün. Bu yüzden bu senin için bir bahane olur ve sen ikili düşünmeye başlarsın. Kendin için iyi ya da kötü bir şey olmadığını düşünürsün, ama başkaları için de öyle olabileceğini düşünmezsin. Başkaları için de öyle olabileceğini düşünürsen, o zaman anlamışsındır; o zaman bu bir bahane olmaz, özgürlük olur. Ama zihin bir olmalıdır; çifte standart olmamalıdır.
Neden iyi ya da kötü diye bir şey olmadığını söylüyorum? Çünkü iyilik ve kötülük yalnızca yorumdur, gerçeklik değildir.
Dışarda, bahçede bir çiçek varsa, biri ona güzel diyebilir ve bir başkası çirkin diyebilir. Çiçek ikiside değildir. Çiçek orada, kendi orjinalliği içinde vardır. Ve senin yorumlarınla ilgilenmez. Ama senin için ya güzeldir ya değildir. O güzellik ve çirkinlik yorumdur, gerçeklik değildir. Ona güzel ya da çirkin diyen senin zihnindir. Çiçek bundan etkilenmez, ama sen etkilenirsin. Onun güzel olduğunu söylersen davranışın tek çeşit olur; çirkin olduğunu söylersen davranışın değişir. Kendi yorumundan etkilenirsin.
Ve ben seninle konuşuyorum, bu yüzden ne dersem diyeyim, senin davranışlarının etkileneceğini daima hatırlamalıyım. Sen tüm vurgunun yapmaktan olmaya değiştiği, senin artık yapmakla ilgilenmediğin, yalnızca olmakla ilgilendiğin noktaya gelene kadar, iyi ya da kötü bir şey yok derken neyi kastettiğimi anlayamazsın. Her şey olduğu gibidir.
Ama bunu ancak derinlemesine benliğe odaklandığın zaman anlayabilirsin. Ve eğer benliğe odaklanmışsan, o zaman ne yaparsan yap iyi olacaktır. O zaman tehlike yoktur. Ama şu anda sen benliğe odaklanmış değilsin, sen çepere odaklanmışsın. Durmaksızın ne yapacağını, ne yapamayacağını seçiyorsun.
Gerçekte, sen, “Ne olmalı?” sorusunu sormamışsın. Sen hep ne yapacağını ve ne yapmayacağını ve  ne yapmayacağını, onun iyi mi, kötü mü olacağını soruyorsun. Asla, “Ne olmalı?” diye sormuyorsun. Ve olmak yapmaktan daha önemli olmadığı sürece, senin için iyi ve kötü vardır… Senin için. O zaman bir şey yapılmalı, bir şey yapılmamalıdır.
Bu ayrımı nasıl yapmalı ve neden? Eğer gerçekten iyi ve kötü diye bir şey yoksa, o zaman bu ayrım nasıl ve neden yapılır.
Bana göre, bu yine senin için yaptığım bir ayrımdır. Senin olmana gidiyorsa bir şeye iyi diyorum, o zaman herşey iyi oluyor ve eğer seni olmaktan uzaklaştırıyorsa ona kötü diyorum. Kendinden uzaklaşmaya devam edersen, her şey kötüleşir.
Senin kendine, yuvana gelmen için, bir şeye iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış diyorum. ‘İyi’ ve ‘kötü’ sözcükleri yerine ‘doğru’ ve ‘yanlış’ sözcüklerini kullanmak daha iyidir, çünkü ben senin kendini varlığına getirmen için gerekli olan tekniklerle daha çok ilgileniyorum. Bu yüzden, bir teknik seni benliğine getirebiliyorsa doğrudır; seni benliğine getirmiyorsa ya da bir engel oluşturuyorsa, seni yan yollara götürüyorsa ya da seni çıkmaz sokaklara götürüyorsa, seni hiçbir yere götürmüyorsa, o zaman  yanlıştır.
Ama bana sorarsan, nihai olarak iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış diye birşey yoktur. Ve eğer bunu hemen, şu anda anlayabiliyorsan, o zaman hiçbir şeyin doğru ya da yanlış olmadığı bir şekilde yaşamaya başla… Ve bu, başkalarını ilgilendirdiği kadarıyla senin içindir ve seni ilgilendirdiği kadarıyla başkaları içindir.
İsa der ki: “Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan başkalarına öyle davran.” Bu ‘tek standardın’ temel ilkesidir ve senin kendine gelmeni isteyen herkesin tüm öğretisidir. İyi ya da kötünün olmadığı tek bir standart vardır, hem senin için, hem başka herkes için.
Hırsızlık yapıyorsan hırsızlığın kötü olmadığını söylemek kolaydır, ama eğer bir başkası senden çalıyorsa, o zaman hırsızlığın kötü olmadığını söylemek güçleşir.
Bir hırsızın hikayesini duydum. Dördüncü kez yakalanmış ve yargıç sormuş: “Tekrar tekrar yakalandın, sorun ne? Eğer beceremiyorsan neden yapıyorsun?” Adam demiş ki: “Bu bir beceri meselesi değil. Ben yalnızım ve çok iş var.” Yargıç demiş ki: “O zaman neden kendine bir arkadaş, bir ortak bulmuyorsun?” Hırsız demiş ki: “Ahlak o kadar bozuldu ki ortağına güvenemiyorsun.”
Hırsız bile başkaları söz konusu olduğunda ahlak terimleri ile düşünüyor… “Ahlak o kadar bozuldu ki ortağına güvenemiyorsun. Bu yüzden tüm işi tek başıma yapmak zorunda kalıyorum ve yapılacak çok fazla iş var.”
Tüm bilenlerin en derin öğretisi budur: Seçecek bir şey yoktur. Her şey kabullenilmektedir. Onu bütünlüğü içinde kabullenebilirsen, dönüşmüş olursun. Ama sinsiysen ve kendini kandırmak istiyorsan, o zaman bu eksiksiz kabullenme tehlikeli olur.
Yani pek çok şeyi senin için söylüyorum. Ve arada, aynı zamanda sana gerçekten aktarmak istediklerimi söylüyorum. Ama bu ancak çok dolaylı bir şekilde verilebilir. Sen öylesine tehlikeli, öylesine intihara eğimlisin ki, kendin için zararlı olacak bir şey yapabilirsin.
Ben daha yüksek bir doğrudan bahsediyorum… Yalnızca daha yüksek bir doğru da değil, nihai doğru. Naropa, şarkısında cennet ile cehennem arasında bir parmak mesafe olduğunu söyler. İyi ile kötü arasındaki bir parmak mesafe cennet ile cehennemi ayırmaktadır.
Ve sen, bölünme yarattığın için ıstırap içinde yaşamak zorundasın. Tüm ikilikleri yaklaştır ve bırak karışsınlar. Bırak iyi ve kötü birbirine karışsın, karanlık ve aydınlık birbirine karışsın, yaşam ve ölüm birbirine karışsın. Sonra advaita olur, birlik olur. O birlik özgürlük ve dönüşüm getirir.



Korkular ve Topyekün Korku&Korkunun Sonu – J.Krishnamurti


Korku hayattaki en büyük sorunlardan biridir. Korkuya kapılmış bir zihin şaşkınlık ve çatışma halinde yaşar, o yüzden de ancak şiddete meyilli, çarpık ve saldırgan olabilir. Kendi düşünce kalıplarından uzaklaşmaya cesaret edemez, bu da ikiyüzlülüğe yol açar. Korkudan kurtulmadığımız sürece, ister en yüksek dağa tırmanalım ister mümkün olan her tanrıyı icat edelim, daima karanlıkta kalmaya mahkumuz.
Çoğumuz toplumda bir mevki sahibi olma tatminini arzularız çünkü önemli biri olamamaktan korkarız. Toplumun öyle bir yapısı var ki saygıdeğer bir mevkiye sahip bir vatandaş büyük nezaket görüyor, mevkisi olmayan birisi ise hor görülüyor. Dünyada herkes bir mevki istiyor ve ister toplumda, ister aile içinde, ister Tanrı katında olsun, bu mevkinin başkaları tarafından kabul görmesi gerekiyor, yoksa mevki sayılmıyor. Hep bir kaidenin üstünde oturmamız gerekiyor. İç dünyamızda birer dert ve talihsizlik girdabıyız, onun için dışarıdan büyük bir şahsiyet olarak görülmek çok memnuniyet veriyor. Mevkiye, prestije, güce ve toplum tarafından her hangi bir açıdan önemli kabul edilmeye duyduğumuz bu arzu aslında başkalarının üzerinde egemenlik kurma isteğidir ve bu istek de saldırganlığın farklı bir şeklidir. Ermişliğine uygun bir mevki peşinde koşan ermiş çiftliğin avlusunda birbirlerini gagalayan tavuklar kadar saldırgandır. Peki bu saldırganlığın sebebi nedir? Korku, değil mi?
Korku hayattaki en büyük sorunlardan biridir. Korkuya kapılmış bir zihin şaşkınlık ve çatışma halinde yaşar, o yüzden de ancak şiddete meyilli, çarpık ve saldırgan olabilir. Kendi düşünce kalıplarından uzaklaşmaya cesaret edemez, bu da ikiyüzlülüğe yol açar. Korkudan kurtulmadığımız sürece, ister en yüksek dağa tırmanalım ister mümkün olan her tanrıyı icat edelim, daima karanlıkta kalmaya mahkumuz.
Böyle yozlaşmış, saçma bir toplumda yaşadığımızdan, aldığımız yarışma tarzındaki, korkuya neden olan eğitimin de etkisiyle hepimiz çeşitli korkuların ağırlığını içimizde hissediyoruz; korku ise hayatımızın her gününü bozan, çarpıtan ve sönükleştiren bir şeydir.
Fiziksel korku da var ama o hayvanlardan bize miras kalan bir tepki. Burada bizi ilgilendiren psikolojik korkular, çünkü köklü psikolojik korkularımızı anladığımız zaman hayvani korkularla baş edebiliriz, oysa önce hayvani korkularla ilgilenmek psikolojik korkuları anlamamıza asla yardımcı olmayacaktır.
Hepimiz bir şeyden korkarız; korku soyutlanmış halde var olamaz, hep bir şeyle ilintilidir. Kendi korkularınızı biliyor musunuz? İşinizi kaybetmekten, yeterince yiyecek veya paraya sahip olamamaktan, komşularınızın veya toplumun hakkınızda ne düşündüğünden ya da başarılı birisi olamamaktan, toplumdaki yerinizi kaybetmekten, küçümsenmekten veya alay konusu olmaktan duyulan korku; acı ve hastalık, hükmedilme, sevginin ne olduğunu asla bilememe, sevilmeme, eşinizi veya çocuklarınızı kaybetme, ölüm, ölüme benzer bir dünyada yaşama, can sıkıntısı, başkalarının zihinlerindeki imgenize layık olamama, inancınızı yitirme korkusu; bütün bunlar ve sayısız başka korkular…Siz kendi korkularınızı biliyor musunuz? Peki bunlarla ilgili genelde ne yapıyorsunuz? Onlardan kaçıyorsunuz, değil mi ya da üstlerini örtmek için fikirler ve imgeler icat ediyorsunuz? Ama korkulardan kaçmak onları büyütmekten başka bir işe yaramaz.
Korkunun en büyük nedenlerinden biri kendimizle yüzleşmek istemememizdir. Bu yüzden korkuların yanı sıra onlardan kurtulmak için geliştirdiğimiz kaçış yollarını da incelememiz gerekir. Beynin de bir parçasını oluşturduğu zihin korkuyu yenmeye, bastırmaya, disiplin altına almaya, kontrol etmeye, başka bir şeyin diliyle yorumlamaya çalışırsa anlaşmazlık ve çatışma baş gösterir, bu çatışma da enerjinin boşa harcanmasıdır.
O zaman kendimize ilk sormamız gereken soru, korku nedir ve nasıl ortaya çıkar olmalıdır. Korku kelimesiyle neyi kastediyoruz? Kendime korkunun ne olduğunu soruyorum, nelerden korktuğumu değil.
Belirli bir hayat tarzım var, belirli bir şekilde düşünüyorum, belirli inançlarım ve dogmalarım var ve bu varoluş kalıplarının bozulmasını istemiyorum çünkü köklerim onlarda. Bozulma bir “bilmeme” hali yarattığı ve bundan hoşlanmadığım için o kalıpların altüst olmalarını istemiyorum. Bildiğim ve inandığım her şeyden koparılırsam, gideceğim yerdeki durumdan makul derecede emin olmak isterim. Bu yüzden beyindeki hücreler bir şablon yaratmışlar ve güvensiz olabilecek başka bir şablon yaratmayı reddediyorlar. Kesinlikle belirsizliğe doğru olan harekete ben korku diyorum.
Şu anda burada otururken korkmuyorum; şimdiki zamanda korkmuyorum, başıma bir şey gelmiyor, kimse beni tehdit etmiyor veya benden bir şey alıp götürmüyor. Ama yaşanan anın ötesinde, zihnin derinlerinde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, gelecekte neler olabileceğini düşünün ya da geçmişten bir şeyin birden karşıma çıkmasından endişelenen bir katman var. Yani hem geçmişten hem de gelecekten korkuyorum. Zamanı geçmiş ve gelecek olarak ikiye ayırıyorum. Düşünce araya giriyor, “Dikkat et bir daha olmasın” ya da “Geleceğe hazır ol. Gelecek senin için tehlikeli olabilir. Şu anda elinde bir şey var ama onu kaybedebilirsin. Hiç ünlü olamayabilirsin. Yalnız kalabilirsin. Yarından emin olsan iyi olur” diyor.
Şimdi kendi korkunuzu ele alın. Onu inceleyin. Ona nasıl tepki verdiğinizi izleyin. Hiçbir kaçma girişiminde bulunmadan, haklı çıkarmadan, kınamadan ya da bastırmadan onu inceleyebiliyor musunuz? Korkuya neden olan kelime olmaksızın korkunuza bakabiliyor musunuz? Örneğin, ölüme, ölüm korkusunu uyandıran o kelime olmadan bakabiliyor musunuz? Kelimenin kendisi bile bir titremeye neden oluyor değil mi? Tıpkı sevgi kelimesinin de beraberinde bir titreme, bir imge getirmesi gibi? Şimdi zihninizdeki ölüme dair imge, gördüğünüz tüm ölümlerin hatırası ve kendinizi o olaylarla ilişkilendirmeniz… Korkuyu yaratan bu imge mi? Yoksa aslında sonu yaratan imgeden değil, sona ermekten mi korkuyorsunuz? Korkmanıza neden olan ölüm kelimesi mi, sonun kendisi mi? Korkmanıza neden olan bir kelime ya da hatıraysa o zaten korku değildir.
Diyelim ki iki yıl önce hastalandınız ve o acının, o hastalığın hatırası hala içinizde duruyor ve o hatıra “Dikkat et, bir daha hastalanma” diyor. Yani hatıra çağrıştırdıklarıyla birlikte korkuyu yaratıyor, aslında bu da korku değil, çünkü şu anda sağlığınız çok iyi durumda. Düşünce, hafızanın verdiği tepki olduğu ve hatıralar hep eski olduğu için daima eski olan düşünce, zamanla korktuğunuz hissini uyandırır ki bu gerçek değildir. Gerçek olan, sağlıklı olduğunuzdur. Ama zihinde bir hatıra olarak kalmış olan deneyim “Dikkat et, bir daha hastalanma” düşüncesini uyandırır.
Böylece düşüncenin belli bir tür korkuyu yarattığını görmüş olduk. Ama bunun haricinde bir korku var mıdır? Korku daima düşünceden mi doğar ve eğer öyleyse başka tür bir korku var mıdır? Ölümden korkarız, yani yarın veya yarından sonra, zaman içinde olacak bir şeyden. Gerçekle olacak şeyler arasında bir mesafe vardır. Düşünce gelecekteki o durumu deneyimlemiştir; ölümü gözlemleyerek “öleceğim” der. Ölüm korkusunu düşünce yaratır, yaratmazsa korku diye bir şey kalır mı?
Korku düşüncenin ürünü müdür? Öyleyse, düşünce daima eski olduğuna göre, korku da daima eskidir. Dediğimiz gibi, yeni bir düşünce yoktur. Bir düşünceyi tanıyorsak, o zaman eskidir. Öyleyse bizim korktuğumuz, eskinin tekrar etmesidir; geçmişte olanın düşüncesinin geleceğe yansımasıdır. Dolayısıyla korkunun sebebi düşüncedir. Bu böyledir, bunu kendiniz de görebilirsiniz. Bir şeyle ansızın yüzleştiğinizde korku hissetmezsiniz. Ancak düşünce işe karışınca korku ortaya çıkar.
Öyleyse şimdi soracağımız soru şudur: Zihnin tamamen, bütünüyle şimdiki zamanda yaşaması mümkün müdür? Ancak böyle bir zihinde korku olmaz. Ama bunu anlayabilmek için düşüncenin, hafızanın ve zamanın yapısını kavramamız gerekir. Bunları zekayla ya da sözlü olarak değil, gerçekten kalbinizle, zihninizle, sezgilerinizle anlamak sizi korkudan kurtaracaktır; işte o zaman zihin düşünceyi korku yaratmadan kullanabilir.
Hafıza gibi düşünce de tabii ki günlük yaşam için gereklidir. İş yerinde çalışırken vs. iletişim kurmak için elimizdeki tek araçtır. Düşünce hatıralara verilen tepkidir; deneyim, bilgi, gelenek ve zamanın vasıtasıyla biriktirilmiş hatıralara. Biz de hatıraların oluşturduğu bu zeminden hareketle tepki veririz ve bu tepki de düşünmektir. Öyleyse bazı düzeylerde düşünce zaruridir ama düşünce psikolojik bakımdan kendisini gelecek ve geçmiş olarak gösterip zevkin yanı sıra korku da yaratınca zihin körelir ve bundan dolayı hareketsizlik kaçınılmaz olur.
O yüzden kendime sorarım, “Neden, neden, neden, gelecek ve geçmişi zevk ve acı bağlamında düşünüyorum, üstelik böyle düşünmenin korkuyu doğurduğunu bile bile? Psikolojik bakımdan düşüncenin durması mümkün değil midir? Aksi takdirde korku hiç bir zaman bitmeyecektir.”
Düşüncenin işlevlerinden biri devamlı bir şeyle meşgul olmaktır. Çoğumuz, kendimizi olduğumuz gibi göremeyelim diye zihinlerimizin devamlı meşgul olmasını isteriz. İçimizin boş kalmasından korkarız. Korkularımızla yüzleşmekten korkarız.
Korkularınızın bilinciniz dahilinde farkında olabilirsiniz ama zihninizin daha derindeki katmanlarında onların farkında mısınız? Peki, saklanmış gizli korkuları nasıl ortaya çıkaracaksınız? Korku, bilinçli korkular ve bilinçaltı korkuları diye ikiye mi ayrılmalı? Bu çok önemli bir soru. Uzmanlar, psikologlar, psikanalistler korkuyu derin ve yüzeysel diye iki katmana ayırmış bulunuyorlar ama psikoloğun ya da benim dediğimi dinlerseniz, bizim teorilerimizi, dogmalarımızı, bilgilerimizi anlamış olursunuz, kendinizi anlamış olmazsınız. Kendinizi Freud’a, Jung’a ya da bana göre anlayamazsınız. Başka insanların teorilerinin hiç bir önemi yoktur. Korku, bilinçli korkular ve bilinçaltı korkuları diye ikiye mi ayrılmalı sorusunu kendinize sormalısınız. Yoksa sadece başka biçimlere soktuğunuz tek bir korku mu vardır? Yalnızca tek bir arzu vardır; yalnızca arzu vardır. Arzu edersiniz. Arzunun yöneldiği şeyler değişir ama arzu hep aynıdır. Öyleyse belki de aynı şekilde yalnız korku vardır. Bir çok şeyden korkarsınız ama sadece bir tek korku vardır.
Korkunun bölünemeyeceğini anlayınca bu bilinçaltı meselesini tamamen ortadan kaldırdığınızı ve böylece psikologların ve psikanalistleri kandırdığınızı göreceksiniz. Korkunun kendisini farklı şekillerde ifade eden tek bir hareket olduğunu görünce ve hareketin yöneldiği nesnenin değil, hareketin kendisinin ayrımına varınca çok büyük bir soruyla karşı karşıya kalırsınız: Zihnin yarattığı parçalanma olmadan bu korkuyu nasıl inceleyebilirsiniz?
Korku bir bütündür ama parçalar halinde düşünen zihin bu tablonun bütününü nasıl gözlemleyebilir ki? Gözlemleyebilir mi? Bugüne kadar parçalara ayrılmış bir hayat sürdük, korkuyu da ancak düşünce denilen parçalı süreç aracılığıyla inceleyebiliriz. Düşünme mekanizması her şeyi parçalara ayırarak işler: Sizi severim ve sizden nefret ederim, düşmanımsınızdır, dostumsunuzdur; kendime özgü huylarım ve eğilimlerim, işim, mevkim, prestijim, eşim, çocuğum, benim ülkem ve sizin ülkeniz, benim Tanrım ve sizin Tanrınız…Bütün bunlar düşüncenin parçalara ayrılmasıdır. Ve bu düşünce, bir bütün olarak korkuya bakar ya da bakmaya çalışır ve onu parçalara indirger. Dolayısıyla anlarız ki zihin, korkuya bir bütün olarak ancak bir düşünce hareketi yokken bakabilir.
Korku gibi canlı bir şeyle birlikte yaşamak, son derece kolay kavrayan ve hiçbir önceden varılmış sonuç barındırmayan, bundan dolayı da korkunun her hareketini takip edebilen bir zihin ve kalp gerektirir. O zaman, onu gözlemler ve onunla birlikte yaşarsınız- ve bu bütün bir gün de sürmez, korkunun doğasını anlamak bir dakika ya da bir saniye sürer- onunla böyle tam olarak yaşarsanız kaçınılmaz olarak sorarsınız: “Korkuyla yaşayan varlık kim? Korkuyu gözlemleyen, korkunun ana gerçeğinin farkına varmanın yanı sıra korkunun farklı biçimlerinin de tüm hareketlerini izleyen kim? Gözlemci, kendisi hakkında birçok bilgi ve veri toplamış ölü bir varlık, durağan bir şey midir; gözlemleyen ve korku denen hareketle bir arada yaşayan bu ölü şey midir? Gözlemci, geçmiş midir, yoksa canlı bir varlık mıdır?” Cevabınız nedir? Bana cevap vermeyin, kendinize cevap verin. Siz yani gözlemci, canlı bir varlığı izleyen ölü bir şey misiniz, yoksa canlı bir varlığı izleyen canlı bir varlık mısınız? Çünkü gözlemcide iki hal de mevcuttur.
Gözlemci korkuyu istemeyen sansürcüdür; gözlemci korkuya dair bütün deneyimlerinin toplamıdır.Dolayısıyla gözlemci korku dediği şeyden ayrıdır; aralarında mesafe vardır; gözlemci durmadan korkuyu yenmeye ya da ondan kaçmaya çalışır, korkuyla arasındaki bu bitmek bilmeyen mücadele de bu sebeptendir, bu mücadele enerjinin boşa harcanmasından başka bir şey değildir.
İzlerken gözlemcinin hiçbir geçerliği veya cismi olmayan bir fikirler ve anılar örgüsünden ibaret, korkunun ise bir hakikat olduğunu ve bir gerçeği soyut bir kavramı kullanarak anlamaya çalıştığınızı -ki bunu tabii ki yapamazsınız- öğrenirsiniz. Ama aslında, “korkuyorum” diyen gözlemciyle, gözlenen şey yani korku arasında bir fark var mıdır? Gözlemci korkunun ta kendisidir, bunun ayrımına varılınca da korkudan kurtulma çabasının neden olduğu enerji israfı sona erer ve gözlemciyle gözlenen şey, arasındaki zaman-mekan aralığı ortadan kaybolur. Korkudan ayrı bir şey değil, onun bir parçası -ta kendisi- olduğunuzu anlayınca, korku konusunda hiç birşey yapamazsınız; işte o zaman korku tamamen biter.
J.Krishnamurti
Bilinenden Kurtulmak

alıntıdır

FEDAKARLIK – OSHO



Soru: Küçük oğlum çok güzel ve zengin bir çocuk ama benden çok fazla enerji talep ediyor ve çok fazla ilgime ihtiyacı var. Suçluluk duymak ve kendinden fedakârlıkta bulunmak arasında mücadele ediyorum. Dengeyi bulmak mümkün müdür?
Evet mümkündür. Sadece bir şeyin anlaşılması gerekiyor. Eğer çocuklara izin verirsen gerçekten çok diktatör gibi olabilirler; seni gerçekten sömürebilirler. Bu senin için zararlıdır ve onlar için de iyi değildir çünkü bir kez sömürülmene izin verirsen ve ilgi göstermek zorundaysan ve sınırlarının ötesinde sevmen gerekiyorsa ve bunun çok fazla olduğunu hissetmeye başlarsan, o zaman bir şekilde intikam alacaksın. Daha sonra çocuk kendisini önemsemeyen bir dünyanın içine girecek ve o her zaman diğer herkesten aynı şeyi bekleyecek. Onun beklentileri aşırı olacak. Ve bunlar hayal kırıklıkları yaratacak. O zaman seni suçlayacaktır —ve mantıklı olan da budur – ve “Babam beni mahvetti” diyecektir.
Sevgi ver ama kendine hükmedilmesine izin verme. Aradaki ayrım incedir ama anlaşılması gerekir. Vermek istediğinde sevgi ver. Vermek istemediğinde, umursama çünkü sen sadece çocuğunun arzularını gidermek için burada değilsin. Ve sen ona yanlış örnek sunuyorsun; o da aynı şeyi kendi çocuklarına yapacak.
Ve her zaman hatırla: Fedakârlık iyi değildir çünkü asla oğlunu affedemeyeceksin.
Ancak o sorumlu tutulamaz. O uyanık değil, o bu kadar bilinçli değil. Sen daha bilinçlisin. Senin sorumluluğun çok daha büyük. Sevgini ver ama hükmedilme. Ve çocukların algısı çok gelişkindir.
Bir seferinde bir arkadaşta kalıyordum ve çift dışarı çıktı ve bana küçük oğullarının orada olduğunu söyledi, yani ona bakmam gerekiyordu. “Bırakın oynasın” dedim. Merdivenlerden düştü ve canı yandı.
Bana baktı ve bense orada bir Buda gibi oturdum. O da bana baktı, yakından izledi ve sonra “Hiç yararı yok; ağlayıp zırlamak anlamsız çünkü görünen o ki bu adam neredeyse bir heykel gibi ” diye düşündü. Oynamaya başladı . . .
Yarım saat sonra anne babası geri geldiğinde ağlamaya başladı. O zaman ben de ona, “Bu mantıksız çünkü şu an bir problem yok. Acı ya da biraz incinme olsaydı yarım saat geçti; daha önce ağlamalıydın” dedim. “Ne anlamı vardı ki? Gayet iyi biliyordum ki umursamayacaktın. Beklemek zorundaydım” dedi. Çocuklar çok pratiktir.
Bu nedenle şu andan itibaren bu konuda biraz daha uyanık ol. On günlüğüne onun seni zorlamasına izin verme, anlayacaktır. Çocuklar kendi çıkarı için insanları kullanabilir. Onlar yanlış stratejiler öğrenir ve sonra tüm yaşamları boyunca bu stratejileri tekrarlarlar: Karılarıyla, kocalarıyla, çocuklarıyla. Bir kez onların seni yönetmesine izin verirsen bir dahaki sefere daha fazlasını yapacaklardır. Senin onların gücü altında olduğunu bilirler. Ve herkes gücün tadını çıkarmak ister, herkes patron olmak ister.
Ağlayabilirler, zırlayabilirler. Bırak ağlasınlar, onlar tek başına bırakılmalı. Ve onlar bundan bir şey öğreneceklerdir. Başkalarının özgürlüğüne saygı.
O S H O – ÇOCUK

Eckhart Tolle – An’da Olma Egzersizleri





Şimdiki anın gücüne erişmek için pek çok küçük şey yapabilirsiniz. Mesela… çok basit bir şey….

Kendinize sorun…. hala nefes alıyor muyum?

Ve aniden havanın vücudunuza dolduğunu ve boşaldığını hissedeceksiniz.

Evet…. nefes alıp vermekteyim!

Ve artık bütün canlılığıyla ana gelmişsinizdir. Beş saniye bile sürse artık siz şimdiki an olmuşsunuzdur, -anın içinde- o anda.

Bir başka önerim ise günlük aktivitelerden örneğin; ellerini yıkamak, odanın içinde yürümek, şehirde gezinmek, merdivenlerden aşağıya inmek, en basitinden dolaptan fincanı almak… bilinçli yapın… an’da olarak yapın… mesela ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığını hissedin, sabunun kokusunu duyun. Kısaca, duyularınız haline gelin; görme, duyma, tatma, koklama ve dokunma sizi şimdiki ana getirecektir.

Ve şimdide olmayı ne kadar çok hayatınıza katarsanız eskiye dair kalıpların, tortuların yavaş yavaş aşınmaya, yok olmaya başladığını göreceksiniz.

Bu basit şeyleri yapmayı öğrenmek zihninizi, içsesinizi susturmaya başlayacaktır.

Aslında günlük hayatta bu en basit şeylere dikkatinizi vererek şimdide olmayı daha çok başarırsınız. Çünkü tüm gün böyle küçük işlerle örülü ve çoğu göreceli olarak basittir. Ve yaptığınız her şey sonludur, fanidir, bir sonu vardır ve bitecektir. Bitmesi yeni bir başlangıç demek, dolayısıyla gelecek denen şey de aslında şimdiki anın içindedir diyebiliriz.

Şimdiki anda düşünce olmaz, insan şimdiyi düşünmez sadece yaşar. Doğal olarak bir sonraki işi yapmak istersin.

Ellerini yıkıyorsundur ve zaten o yüzden oradasındır. Eğer kahve yapıyorsan içmek için yapıyorsundur. Bu demektir ki her şeyin bir sonu vardır ve her son yeni bir başlangıçtır. Dolayısıyla gelecek diye bir şey yoktur, her şey bu an içinde olup bitmektedir.

Bu nedenle öfkelenmezsin, kaygı ve stres oluşturmazsın.

BU YÜZDEN SADECE ANDA OLUN.

Eckhart Tolle

Düşleri Aşmak İçin Araçlar


Soru : Osho, lütfen bize, insanı düş görürken bilinçli kılan öteki etmenleri açıklar mısın?

Meditasyonla ilgilenen herkes için önemli bir sorudur bu, çünkü meditasyon düş görme sürecinin aşılmasıdır. Sen hep düş görüyorsun… Yalnızca geceleri değil, yalnızca uyurken değil; tüm gün düş görüyorsun. Anlaşılması gereken ilk nokta budur. Uyanıkken, hala düş görüyorsun.Günün herhangi bir anı gözlerini kapa. Bedenini gevşet. Düş gördüğünü hissedeceksin. Düşlemek yok edilemez, yalnızca gündelik eylemlerle bastırılır. Gündüz görülmeyen yıldızlar gibidir. Yıldızları gece olunca görürsün.Gündüz göremezsin, ama onlar hep oradadır. Yalnızca günışığı tarafından bastırılmışlardır.
Derin bir kuyuya inersen, o zaman gündüz olsa bile, gökyüzündeki yıldızları görebilirsin. Yıldızları görmek için belirli bir karanlığa ihtiyaç vardır. Bu yüzden derin bir kuyuya in ve dipten bak, o zaman yıldızları gündüz de görürsün. Yıldızlar oradadır. Yalnızca geceleyin var olduklarını söyleyemezsin, onlar hep oradadır. Geceleyin onları kolaylıkla görebilirsin. Gündüz onları göremezsin, çünkü gün ışığı engel olur.
Düş görme için de bu durum geçerlidir. Yalnızca uyurken düş görmezsin, uykuda düşleri kolaylıkla hissedersin, çünkü gündüzün hareketliliği orada değildir; böylece içsel hareketlilik görülebilir ve hissedilebilir. Sabah kalktığında, sen dışsal olarak hareket etmeye başladığında düşler içeride eylemlerine devam eder.
Bu hareket süreci, gündelik eylemler, düş görmeyi baskılar. Düşler oradadır. Gözlerini kapa, bir koltukta gevşe, böylece aniden hissedebilirsin. Yıldızlar oradadır; hiçbir yere gitmemişlerdir. Düşler daima oradadır. Daimi bir hareketlilik vardır.
İkinci nokta: Düş görme devam ediyorsa, gerçekten uyanık olduğun söylenemez. Geceleri daha fazla uykudasın, gündüz daha az uykudasın. Fark görecelidir, çünkü düş görme oradaysa, gerçekten uyanık olduğun söylenemez. Düşler bilincinin üzerinde film gibi bir tabaka yaratır. Bu film dumana benzer… Onunla çevrelenirsin. Gece ya da gündüz, düş görürken gerçekten uyanık olamazsın. Bu yüzden ikinci şey; tamamen uyanık olabilmek için, düşlerden tamamen arınmak gerekir.
Buda’ya uyanmış deriz. Bu uyanış nedir? Bu uyanış, aslında içsel düşlerden arınmadır. Düşlediğin bir şey yoktur. Orada hareket edersin, ama düşlemezsin. Düşlerinden sıyrıldığında, yıldızların olmadığı bir gökyüzü gibi, katışıksız olursun.
Bu katışıksızlık, saflık, masumiyet; bu düş görmeyen bilinç, aydınlanma olarak bilinen şeydir: Uyanış… Yüzyıllardır, Doğu’da ya da Batı’da bütün dünyadaki tinsellik, insanın uykuda olduğunu söylemektedir. Bunu İsa söyler, Buda söyler, Upanishadlar bundan bahseder: İnsan uykudadır. Bu yüzden geceleyin uyurken, yalnızca göreceli olarak daha fazla uykudasın. Ama tinsellik insanın uykuda olduğunu söyler. Bunun anlaşılması gerekir.
Bununla ne kastedilir? Gurdjieff, bu yüzyılda, insanın uykuda olduğu gerçeğini vurguladı. “Aslında, insan bir tür uykudur. Herkes derin uykudadır.”
Bunu söylemesinin sebebi nedir? Kim olduğunu bilemezsin, hatırlayamazsın. Kim olduğunu biliyor musun? Sokakta biri ile karşılaşır ve ona kim olduğunu sorarsan, o da sana yanıt veremezse ne düşünürsün? Adamın ya deli, ya sarhoş ya da uykuda olduğunu düşünürsün.Kim olduğu sorusunu yanıtlayamazsa, onun hakkında ne düşünürsün? Tinsel yolda herkes böyledir. Kim olduğun sorusunu yanıtlayamazsın.
Gurdjieff, İsa ya da başka biri insanın uykuda olduğunu söylediği zaman ilk anlam budur: Kendinin bilincinde değilsin. Kendini bilmiyorsun; kendinle hiç karşılaşmadın. Nesnel dünyada pek çok şey biliyorsun, ama özneyi bilmiyorsun. Zihninin durumu, bir film görmeye gitmişsin gibi. Ekranda film akıp geçiyor ve sen ona öyle dalmışsın ki tek bildiğin şey film, hikaye, ekranda ne görünüyorsa o. Sonra biri sana kim olduğunu soyuryor ve sen hiçbir şey söyleyemiyorsun.
Düş görme tıpkı film gibidir… Yalnızca film! Zihnin dünyayı yansıtmasıdır. Zihnin aynasında dünya yansıtılır; düş görme budur işte. Ve sen ona o kadar dalmışsın ki, onunla o kadar özdeşleşmişsin ki, kim olduğunu tamamen unutmuşsun. Uykuda olmanın anlamı budur. Düş gören düşün içinde kaybolmuştur. Kendin dışında her şeyi görürsün; kendin dışında her şeyi hissedersin; kendin dışında herşeyi bilirsin. Kendin hakkındaki bu cahilliğin bir şeşit uykudur. Düş görme tamamen kesilmediği sürece kendine uyanamazsın.
Bazen hissetmişsindir, üç saat boyunca bir filme baktıktan sonra, aniden film durur ve kendine gelirsin. Üç saat geçtiğini hatırlarsın, bunun yalnızca bir film olduğunu hatırlarsın. Gözyaşlarını hissedersin; film senin için bir trajedi olduğundan, ağlıyordun ya da kahkahalar atıyordun veya başka bir şey yapıyordun; şimdi ise kendine gülüyorsun. Nasıl saçmaladın! Bu yalnızca bir filmdi, yalnızca bir hikayeydi. Ekranda hiç bir şey yoktu. Yalnızca bir ışık ve gölge oyunu, yalnızca elektriksel bir oyun. Şimdi gülüyorsun: Kendine geldin. Ama bu üç saat boyunca neredeydin?
Kendi merkezinde değildin. Tamamen çepere gitmiştin. Oraya, filmin oynadığı yere gitmiştin. Kendi merkezinde değildin; kendinde değildin. Başka bir yerdeydin.
Düş görmek de böyledir: Film yalnızca üç saat sürer, ama bu düş görme ömürler, ömürler, ömürler boyunca sürer. Düş görme aniden dursa bile kim olduğunu farkedemezsin. Aniden çok soluk hissedersin, hatta korkarsın. Yine filme dönmeye çalışırsın, çünkü o tanıdıktır. Ona aşinasın, ona alışıksın.
Çünkü düş görme olduğu zaman bir yol vardır, özellikle Zen’de; bu yol, ani aydınlanma yolu olarak bilinir. Bu yüz on iki tekniğin içinde sana ani uyanış verebilecek teknikler var, ama bunlar sana tahammülü güç gelebilir, patlayabilirsin, hatta ölebilirsin, çünkü öylesine uzun süre düşün içinde yaşamışsındır ki, düş yokken kim olduğun hakkında hiçbir anın da yoktur.
Bütün bu dünya aniden yok olsa ve yalnızca sen kalsan, bu öylesine büyük bir şok olur ki ölebilirsin bile. Düşler aniden bilincinden kaybolduğunda da aynısı olur: Dünyan yok olur… Çünkü dünyan düşlerinden oluşuyordu.
Biz aslında dünyada değiliz. Daha doğrusu, “dünya” bizim dışımızdaki şeylerden değil düşlerimizden oluşuyor. Bu yüzden herkes kendi düş dünyasında yaşıyor.
Unutma, biz tek bir dünyadan bahsetmiyoruz. Coğrafi olarak tek bir dünya vardır, ama psikolojik olarak, zihin sayısı kadar dünya vardır. Her zihnin kendi dünyası vardır. Ve düşlerin yok olursa, dünyan da yok olur. Düşler olmadan yaşaman güçtür. İşte bu yüzden genelde ani yöntemler kullanılmaz, yalnızca yavaş yavaş değişim sağlayan yöntemler kullanılır.
Şunu bilmek iyidir: Yavaş yavaş değişim sağlayan yöntemler, onlara ihtiyaç olduğundan var değildir. Şu anda, aniden fark edebilirsin. Bir engel yoktur; bir engel hiç olmamıştır. Sen zaten o farkedişsin, şu an bu farkedişi anlayabilirsin ama bu tehlikeli ölümcül olabilir. Senin için fazla olur.
Sen yalnızca sahte düşlere alışıksın. Gerçeklikle yüzleşemezsin; onunla karşılaşamazsın. Sen bir sera bitkisisin; düşlerinde yaşarsın. Onlar pek çok açıdan sana yardımcı olur. Onlar yalnızca düş değildirler, senin için gerçektirler.
Yavaş yavaş değişim sağlayan yöntemler, fark ediş zaman aldığı için kullanılmaz. Fark edişin zamana ihtiyacı yoktur! Fark edişin zamana hiç ihtiyacı yoktur. Fark ediş gelecekte erişilen bir şey değildir, ama yavaş yavaş değişim sağlayan yöntemlerle, gelecekte erişebileceksin. O zaman yavaş yavaş değişim sağlayan yöntemler ne yapıyor? Onlar aslında senin “fark edişi fark etmene” yardım etmiyorlar, onlar senin tahammül etmene yardım ediyorlar. Onlar seni güçlü kılıyorlar, o kapasiteyi edinmeni sağlıyorlar ki fark ediş anında buna tahammül edebilesin.
Hemen aydınlanmanı sağlayan yedi yöntem vardır, ama bu yöntemlerin sonuçlarını kaldıramazsın; çok fazla ışık yüzünden kör olabilirsin veya sevinçten ölebilirsin.
Bu düşler, içinde bulunduğumuz bu derin uyku, nasıl aşılabillir? Onu anlamakta bu soru anlamlıdır: Lütfen bize, insanı düş görürken bilinçli kılan öteki etmenleri açıklar mısın? İki yöntemden daha bahsedeceğim. Birini zaten anlatmıştım; şimdi anlatacaklarımsa çok daha kolay.
Yöntemlerden biri; hareket etmeye başlamak, tüm dünya bir düşmüş gibi davranmak. Her ne yapıyorsan, bunun bir düş olduğunu hatırla. Yemek yerken, bunun bir düş olduğunu hatırla. Yürürken, bunun bir düş olduğunu hatırla. Bırak uyanıkken zihnin daima herşeyin düş olduğunu hatırlasın. Dünyaya maya, yanılsama, düş dememizin sebebi bu. Bu, felsefi bir sav değil.
Ne yazık ki , Shankara İngilizce’ye, Almanca’ya, Fransızca’ya, Batı dillerine çevrilirken, yalnızca bir filozof olduğu düşünüldü. Bu pek çok yanlış anlamaya yol açtı. Batı’da dünyanın yalnızca bir düş olduğunu, zihnin bir yansıması olduğunu söyleyen filozoflar var; örneğin Berkeley. Ama bu felsefi bir teori. Berkeley onu hipotez olarak sunuyor.
Shankara dünyanın bir düş olduğunu söylerken, bunu yalnızca felsefi bir sav, bir teori olarak sunmuyor. Shankara onu bir yardım, özel bir meditasyon için bir destek olarak sunuyor. Ve meditasyon şu: Düş görürken bunun bir düş olduğunu hatırlamak istiyorsan, işe uyanıkken başlayacaksın. Normalde, düş görürken bunun bir düş olduğunu hatırlayamazsın; bunun gerçek olduğunu sanırsın.
Neden bunun gerçek olduğunu sanırsın? Çünkü bütün gün her şeyin gerçeklik olduğunu düşünüp durmuşsundur. Bu bir tavır haline gelmiştir, sabit bir tavır. Uyanıkken banyo yaparsın… Gerçektir. Uyanıkken yemek yersin… Gerçektir. Uyanıkken bir arkadaşınla konuşursun… Gerçektir. Bütün gün, tüm yaşam, her ne düşünüyorsan, tavrın bunun gerçek olduğu yönündedir.  Bu, sabit hale gelir; zihninde sabit bir tavır olur.
Bu yüzden, gece düş görürken aynı tavır işlemeye devam eder ve bunun gerçek olduğunu düşünürsün. Bu yüzden, ilk önce analiz edelim. Düş görme ile gerçeklik arasında bir benzerlik olmalı; aksi halde bu tavır biraz güç olurdu.
Seni görüyorum. Sonra gözlerimi kapatıyorum, düşlere dalıyorum ve seni düşümde görüyorum.  İki görüşte bir fark yok. Seni görürken aslında ne yapıyorum? Resmin gözlerime yansıyor. Seni görmüyorum. Resmin gözlerime yansıyor ve sonra o resim gizemli süreçlerle dönüşüyor… Ve bilim hala bunun nasıl olduğunu açıklayacak durumda değil. O resim kimyasal olarak dönüşüyor ve kafanın içinde bir yere taşınıyor, ama bilim nereye olduğunu söyleyemiyor… Bu şeyin tam olarak nerede olduğunu. Gözlerde değil; gözler yalnızca pencere. Seni gözlerimle görmüyorum, seni gözlerim aracılığı ile görüyorum.
Gözlerde yansıyorsun. Sen yalnızca bir resim olabilirsin; gerçek de olabilirsin, bir düş de. Hatırla, düşler üç boyutludur. Bir resmi tanıyabilirim, çünkü bir resim iki boyutludur. Düşlerse üç boyutludur, bu yüzden bir düşün içinde sen gerçek gibi görünürsün; bu nedenle de gözler, gördüklerinin gerçek olup olmadığını anlayamaz.
Sonra resim kimyasal mesajlara dönüştürülür. O kimyasal mesajlar elektrik dalgaları gibidir; kafada bir yere giderler. Gözlerin görme yüzeyi ile nerede temas ettiği hala bilinmemektedir. Sana yalnızca dalgalar ulaşır ve sonra şifreleri çözülür. Sonra onların şifresini çözer böylece neler olduğunu anlarsın.
Ben hep içerideyim ve sen hep dışarıdasın; bir karşılaşma olmaz. Bu yüzden, senin gerçek ya da düş olman bir sorundur. Şu an bile, düşte miyim, yoksa sen gerçekten orada mısın, anlamanın yolu yoktur. Beni dinlerken, beni gerçekten dinlediğini, bir düşte olmadığını nereden bilebilirsin? Yolu yoktur. İşte bu yüzden bütün gün taşıdığın tavır geceye de taşınır. Ve düş görürken onu gerçek olarak kabul edersin.
Tersini dene; Shankara’nın kastettiği budur. Tüm dünyanın bir yanılsama olduğunu söyler, tüm dünyanın düş olduğunu söyler… Bunu hatırla. Ama biz aptal insanlarız. Shankara, “Bu bir düş.” derse, biz “Herhangi bir şey yapmaya ne gerek var? Bu yalnızca bir düşse, o zaman yemek yemeye gerek yok. Neden yemek yemeye devam edelim ve bunun bir düş olduğunu düşünelim? Yeme!” deriz. Ama o zaman hatırla: Açlık hissettiğin zaman, bu bir düştür. Ya da ye ve fazla yediğin zaman, hatırla, bu bir düştür.
Unutma, Shankara sana düşü değiştirmeni söylemiyor, çünkü düşü değiştirme çabası yine yanlış olarak onun gerçek olduğu inancına dayalıdır; aksi halde herhangi bir şeyi değiştirme ihtiyacı olmazdı. Shankara yalnızca, her durumda, bunun bir düş olduğunu söylüyor.
Şunu hatırla: Onu değiştirmek için hiçbir şey yapma, yalnızca daima onu hatırla. Üç hafta boyunca, devamlı, her ne yapıyorsan, bunun yalnızca bir düş olduğunu hatırlamaya çalış. Başlangıçta çok güçtür. Tekrar tekrar zihnin eski düzenine döneceksin, bunun gerçeklik olduğunu düşünmeye başlayacaksın. Durmadan kendine “Bu bir düş,” diye hatırlatmak için uyanmak zorunda kalacaksın. Üç hafta boyunca, bu tavrı koruyabilirsen, herhangi bir gece, düş görürken, aniden anlayacaksın: “Bu bir düş.”
Bilincinle, farkındalığınla düşlere işlemenin bir yolu bu. Geceleyin, düş görürken bunun bir düş olduğunu hatırlayabiliyorsan, gündüz de bunun bir düş olduğunu hatırlamak için çaba göstermen gerekmeyecek. O zaman bileceksin.
Başlangıçta, bunu çalışırken, yalnızca bir aldatmaca olacak. Yalnızca inanarak başlayacaksın: “Bu bir düş.” Ama düşte bunun düş olduğunu hatırlayabildiğin zaman, gerçeklik olacak. O zaman gündüz, kalktığın zaman uykudan kalktığını hissetmeyeceksin, bir düşten diğerine kalktığını hissedeceksin. O zaman gerçeklik olacak. Ve yirmi dört saatin tamamı düş olduğunda ve onu hissedip anlayabildiğinde, kendi merkezinde duruyor olacaksın.
Düşlerini hissediyorsun; onları düş olarak hissettiğin zaman düş göreni de hissetmeye başlayacaksın: Özneyi. Düşleri gerçek olarak kabul ettiğin zaman özneyi hissedemezsin. Film gerçek olmuşsa, kendini unutursun. Film durduğu zaman, bunun gerçek olmadığını anlarsan, gerçekliğin dışarı fışkırır, kendini hissedebilirsin.
Bu, eskiden beri kullanılan bir hint yöntemidir. İşte bu yüzden dünyanın gerçek olmadığı konusunda ısrar ediyoruz. Felsefi olarak, demek istemiyoruz; bu evin gerçek olmadığını, duvarlarından geçilebileceğini söylemiyoruz. Bunu kastetmiyoruz! Bu evin gerçek olmadığını söylediğimiz zaman, bu bir araçtır. Bu eve karşı bir sav değildir.
Berkeley tüm dünyanın yalnızca bir düş olduğunu öne sürdü. Bir gün, sabahleyin, Dr. Johnson ile yürüyorlardı. Dr. Johnson katı bir gerçekçiydi, bu yüzden Berkeley dedi ki: “Teorimi duydun mu? Üzerinde çalışıyorum. Tüm dünyanın gerçekdışı olduğunu, gerçekliğinin kanıtlanamayacağını hissediyorum. Ve kanıtlama sorumluluğu, onun gerçek olduğunu söyleyenlere düşer. Yalnızca düşlerden oluşuyor.” Johnson bir filozof değildi, ama çok kurnaz, mantıklı bir zihne sahipti.
Sokaktadırlar; sabahleyin, çok ıssız bir sokakta yürüyorlardı. Sonra Johnson eline bir taş alır ve Berkeley’in bacağına hızla vurur. Kan akar ve Berkeley çığlık atar. Johnson şöyle der: “Taş yalnızca bir düşse neden bağırıyorsun? Ne dersen de, taşın gerçekliğine inanıyorsun. Sen bir şey söylüyorsun, davranışların başka, zıt bir şey söylüyor. Evin yalnızca bir düşse, sen nereye dönüyorsun? Sabah yürüyüşünden sonra nereye dönüyorsun? Karın yalnızca bir düşse, onunla bir daha karşılaşmayacaksın.”
Gerçekçiler hep bu şekilde tartışmıştır, ama Shankara ile bu şekilde tartışamazlar, çünkü onunki felsefi bir teori değildir. Gerçeklik hakkında bir şey söylemez; evren hakkında hiçbir şey öne sürmez. Yaklaşım, bu zihni değiştirmek için, temel, sabit tavrını değiştirmek için bir araçtır; böylece dünyaya tamamen farklı bir açıdan bakabilirsin.
Hint düşüncesi için her şey meditasyon için bir araçtır. Hint düşüncesi bir şeyin doğru ya da yanlış olması ile ilgilenmez; insanı dönüştürmekte kullanılıp kullanılamayacağı ile ilgilenir.
Batı zihninde çok farklıdır bu. Onlar bir teori öne sürdükleri zaman, onun doğru olup olmadığıyla, mantıksal olarak kanıtlanıp kanıtlanamayacağıyla ilgilenirler. Biz bir şeyi öne sürersek, onun doğruluğu ile ilgilenmeyiz; biz faydalılığı ile ilgileniriz, kapasitesi ile ilgileniriz, insan zihnini dönüştürme kapasitesi ile. Doğru olabilir de, olmayabilir de. Aslında, ikisi de değildir… Yalnızca bir araçtır.
Dışarda çiçekler vardır. Sabahleyin güneş doğar ve her şey çok güzeldir. Sen hiç dışarıya çıkmadın, sen hiç çiçekleri görmedin ve sen hiç sabah güneşini görmedin. Sen hiç açık gökyüzü görmedin; güzelliğin ne olduğunu bilmiyorsun. Kapalı bir hapishanede yaşıyorsun. Ben seni dışarı çıkarmak istiyorum. Açık gökyüzünün altında durmanı, o çiçeklerle tanışmanı istiyorum. Bunu nasıl yapacağım?
Sen çiçekleri tanımıyorsun. Ben çiçeklerden bahsettiğim zaman, sen, “Bu adam delirmiş. Çiçek falan yok,” diye düşünüyorsun. Ben sabah güneşinden bahsettiğim zaman, “Bu adam hayalci. Hayaller ve düşler görüyor. O bir şair,” diye düşünüyorsun. Ben açık gökyüzünden bahsettiğim zaman gülüyorsun ve şöyle diyorsun: “Açık gökyüzü nerede? Yalnızca duvarlar, duvarlar ve duvarlar var.”
O zaman ne yapmalıyım? Senin anlayabileceğin, senin dışarı çıkmana yardımcı olacak bir şey ayarlamalıyım, bu yüzden evin yandığını söylüyorum ve dışarı koşmaya başlıyorum. Sen de peşimden koşuyorsun ve dışarı çıkıyorsun. Sonra dediğim şeyin doğru ya da yanlış olmadığını anlıyorsun. Yalnızca bir araçtı bu. Sonra çiçekleri görüyorsun ve ancak o zaman beni affedebiliyorsun.
Buda bunu yapıyordu, Mahavira bunu yapıyordu, Şiva bunu yapıyordu, Shankara bunu yapıyordu. Onlar hep affedilir, çünkü bir kez dışarı çıkınca, onların ne yaptığı anlaşılır. Ve o zaman onlara ititraz etmenin faydasız olduğu da anlaşılır, çünkü artık tartışacak bir şey kalmamıştır. Hiç bir yerde yangın yoktur, ama bu, dışarıya çıkarılman için söylenmiştir, çünkü anladığın dil budur. Dışarda çiçekler vardır, ama sen çiçeklerin dilini anlamadığından o simgeler senin için anlamsızdır.
Bir yolu budur. Bir de, diğer uçta bir yöntem vardır. Bu iki yöntem, iki zıt kutup gibidir. Birincisi, her şeyin düş olduğunu hissetmeye başlamak, hatırlamaktır. Diğeri, dünya hakkında hiçbir şey düşünmemek, yalnızca senin olduğunu hatırlamaktır.
Gurdjieff bu ikinci yöntemi kullandı. Bu ikinci yöntem İslam’dan, Sufi geleneğinden gelir. Onlar çok derinlemesine çalışmışlardır. “Ben”i hatırla… Her ne yapıyor olursan ol. Su içiyorsun, yemek yiyorsun; hatırla: “Ben varım.” Yemeye devam et ve hatırlamaya devam et: “Ben varım, ben varım.” Bunu unutma! Zordur, çünkü var olduğunu zaten bildiğini düşünürsün, bu yüzden bunu hatırlayıp durmanın ne gereği vardır?
Yürüken hatırla: “Ben varım.” Bırak yürüyüş orada olsun, yürümeye devam et, ama bu kendini hatırlayışa sabitlen daima: “Ben varım, ben varım, ben varım.” Bunu unutma. Beni dinliyorsun… Burada yap. Beni dinliyorsun. O kadar karışma, dalma, özdeşleşme. Ben her ne diyorsam, hatırla, hatırlamaya devam et. Dinleyiş oradadır, sözcükler oradadır, biri konuşuyor, sensin… “Ben varım, ben varım, ben varım.” Bırak bu “ben varım” daimi bir farkındalık faktörü olsun.
Çok güçtür. Tek bir dakika boyunca bile hatırlayamazsn. Dene. Saatini gözlerinin önüne koy ve kolların hareket etmesine bak. Bir saniye, iki saniye, üç saniye… Ona bakmaya devam et. İki şey yap: Saniyeleri gösteren kolun hareketine bak ve daima hatırla, “Ben varım, ben varım.” Her saniye ile hatırla, “Ben varım” Beş, altı saniye sonra unuttuğunu hissedeceksin. Aniden hatırlayacaksın: “Saniyeler geçti ve ben ‘ben varım’ı hatırlayamadım.”
Tek bir dakika boyunca hatırlamak bile mucizedir. Ve bir dakika boyunca hatırlayabilirsen, teknik sana uygundur. O zaman yap. Onun aracılığı ile düşlerin ötesine geçmeyi, düşlerin düş olduğunu bilmeyi başarabileceksin.
Nasıl işe yarıyor? Bütün gün “Ben varım,” diye hatırlamayı başarabilirsen, bu hatırlayış uykuna da işler. Ve düş görürken, devamlı hatırlarsın: “Ben varım.” Düşte “Ben varım”ı hatırlayabilirsen, düş yalnızca bir düş olur. O zaman düş seni aldatamaz, o zaman gerçeklikmiş gibi hissedilemez. Mekanizma şudur: Düş gerçeklik gibi hissedilir, çünkü sen kendini hatırlayışı gözden kaçırıyorsun; “Ben varım”ı gözden kaçırıyorsun. Kendini hatırlayış yoksa, o zaman düşler gerçeklik oluyor. Kendini hatırlayış varsa, o zaman gerçeklik, sözde gerçeklik yalnızca bir düş halini alıyor.
Düş ile gerçeklik arasındaki fark budur. Meditasyon yapan zihin için ya da meditasyon bilimi için, tek fark budur. Sen varsan, o zaman tüm gerçeklik yalnızca bir düştür. Sen yoksan, o zaman düş gerçeklik olur.
Nagarjuna şöyle der: “Şimdi ben varım, çünkü dünya yok. Ben yokken dünya vardı. Yalnızca biri var olabilir.” Bu, dünyanın yok olduğu anlamına gelmez. Nagarjuna bu dünyadan bahsetmiyor, düşler dünyasından bahsediyor. Ya sen var olabilirsin ya da düşler… İkisi birden var olamaz.
Bu yüzden ilk adım, ”Ben varım”ı daima hatırlamak olacak, “Ben varım.” Ve “Rama,” deme, “Shyam,” deme. Herhangi bir isim kullanma, çünkü sen bu değilsin. Yalnızca “Ben varım”ı kullan.
Bunu her eylemde kullan ve hisset. İçerde ne kadar gerçek olursan, çevrendeki dünya o kadar gerçekdışı olur. Gerçeklik “ben” olur ve dünya gerçekdışı olur. Ya dünya gerçektir ya da “ben”… İkisi birden gerçek olamaz. Sen şimdi yalnızca bir düş olduğunu hissediyorsun; o zaman dünya gerçek. Vurguyu değiştir. Gerçek ol, o zaman dünya gerçek dışı olur.
Gurdjieff sürekli bu yöntem üzerinde çalıştı. Baş müridi, P.D. Ouspensky, Gurdjieff’in bu yöntemle onun üzerinde çalışmasını anlatır. Üç ay sürekli, bu “Ben varım, ben varım, ben varım”ı hatırlamaya çalışmış ve üç ay sonra her şey durmuş. Düşünceler, düşler, her şey durmuş. İçerde, ebedi bir müzik gibi, tek bir şey kalmış: “Ben varım, ben varım, ben varım, ben varım.” Çaba sonucu da değilmiş. Kendiliğinden devam eden bir eylemmiş bu: “Ben varım.” Sonra Gurdjieff, üç ay boyunca evden çıkmasına izin vermediği Ouspensky’yi evin dışına çağırmış.
Sonra Gurdjieff, “Benimle gel,” demiş. Tiflis’te kalıyorlarmış. Sokağa çıkmışlar. Ouspensky günlüğüne şöyle yazmış: ”İlk defa, insanın uykuda olduğunu söylerken İsa’nın neyi kastettiğini anladım. Tüm şehir bana uykudaymış gibi geldi. İnsanlar uykularında hereket ediyorlardı; tüccarlar uykularında satış yapıyorlardı; müşteriler uykularında alışveriş yapıyorlardı. Tüm şehir uyuyordu. Gurdjieff’e baktım: Yalnızca o uyanıktı. Tüm şehir uyuyordu. Kızgındılar, kavga ediyorlardı, aşık oluyorlardı, bir şey satın alıyor veya satıyorlardı, her şeyi yapıyorlardı.”
Ouspensky der ki: “Artık yüzlerini görebiliyordum, gözlerini görebiliyordum: Uyuyorlardı. Orada değildiler. İçsel merkezleri yoktu; orada değildi.” Ouspensky Gurdjieff’e der ki: “Şehre ne oldu? Herkes uyuyor, uyuşturulmuş gibi.”
Gurdjieff der ki: “Şehre hiç bir şey olmadı, sana bir şey oldu. Sen uyuşturucudan kurtuldun; şehir aynı. Üç ay önce içinde dolaştığın yer, ama sen diğer insanların uyuduğunu göremiyordun, çünkü sen de uyuyordun. Artık görebiliyorsun, çünkü belli bir farkındalık niteliği kazandın. Üç ay durmaksızın ‘Ben varım’ı çalışarak, çok küçük ölçüde farkına vardın. Farkına vardın! Bilincinin bir kısmı düşlerin ötesine geçti. İşte bu yüzden herkesin uykuda, bir anlamda ölü olduğunu, hipnotize olmuş gibi, uyuşturulmuş gibi hareket ettiğini görebildin.”
Ouspensky düşünür: “Bu olguya dayanamıyorum… Herkes uyuyor! Her ne yapıyorlarsa, ondan sorumlu değiller. Yoklar ki! Nasıl sorumlu olabilirler?” Geri döner ve Gurjieff’e sorar: “Bu nedir? Bir şekilde aldatıldım mı? Bana bir şey mi yaptın ki bütün şehir uykuda gibi görünüyor? Kendi gözlerime inanamıyorum.”
Ama bu herkesin başına gelecek. Kendini hatırlayabilirsen, o zaman kimsenin kendini hatırlamadığını ve her insanın bu şekilde hareket ettiğini anlayacaksın. Bütün dünya uykuda. Ama sen uyanıkken başla. Hatırladığın her an, “Ben varım”a başla.
“Ben varım” sözcüklerini tekrarlaman gerektiğini söylemiyorum, daha çok, bunun verdiği duyguyu hisset. Banyo yaparken, “Ben varım” diye hisset. Sadece soğuk duşun dokunuşunu hisset ve “Ben varım”ı hatırla. Hatırla, sözel olarak “Ben varım” diye tekrarlaman gerektiğini söylemiyorum. Tekrarlayabilirsin ama o tekrarlama sana farkındalık vermez. Tekrarlama daha fazla uykuya sebeb olabilir. Pek çok şey tekrarlayan pek çok insan vardır. “Rama, Rama, Rama…” der dururlar ve farkındalık olmadan tekrarlıyorlarsa o zaman bu “Rama, Rama, Rama…” bir uyuşturucu olur. Onu kullanarak, onu tekrarlarken uyuyabilirler.
İşte bu yüzden Mahesh Yogi Batı’daki insanlar için çok cazip biridir, çünkü insanlara tekrarlayacakları mantralar verir. Ve Batı’da uyku çok ciddi bir sorundur. Batı’da insanlar ancak yatıştırıcılar ve ilaçlarla uyuyabilmektedirler. Mahesh Yogi’nin cazibesinin kaynağı, işte bu soruna dayanır. Çünkü durmaksızın bir şeyi tekrarlarsan, o tekrarlama bir süre sonra uykunu getirecektir.
Transandantal meditasyon, psikolojik bir yatıştırıcıdan başka bir şey değildir. Yalnızca bir yatıştırıcı. Uyumanı sağlar, ama bu bir meditasyon değildir. İyi uyuyabilirsin, daha sakin bir uyku çekebilirsin, ama bu bir meditasyon değildir. Durmaksızın bir sözcüğü tekrarlarsan, belli bir can sıkıntısına yol açar ve can sıkıntısı uyku getirir.
Annesinin rahmindeki çocuk dokuz ay boyunca uyur ve bunun sebebi yalnızca, annesinin kalbinin “tik-tak, tik-tak, tik-tak”larıdır. Kalp atışı, dünyadaki tekdüze şeylerden biridir. Aynı atış durmaksızın tekrarlanırken, çocuk uyuşur. Uyur durur.
İşte bu yüzden bir çocuk ağladığında, çığlıklar attığında annesi çocuğunu kucaklar ve başını kalbine dayar; çocuk, annesinin kalp atışları sayesinde kendini iyi hisseder ve uykuya dalar. Çocuk bu sayede yeniden annesinin rahminin bir parçası olur. İşte bu yüzden, bir çocuk olmasan bile, başını eşinin, sevgilinin yüreğine dayadığın zaman, tekdüze atıştan dolayı kendini uykulu hissedersin.
Psikologlar, uyuyamıyorsan, saate yoğunlaşmanı önerir. Saatin tik-tak, tik-taklarına yoğunlaş. Saat yürek atışını tekrarlar ve sen uykuya dalarsın. Tekrarlayan her şeyin uyumaya faydası olur.
Bu yüzden de, “Ben varım… Ben varım”ı hatırlamak, sözel bir mantra değildir. Sözel olarak tekrarlanmayacaktır. Onu hisset! Varlığına karşı duyarlı ol. Birinin eline dokunduğun zaman, yalnızca eline dokunma, dokunuşunu da hisset, kendini de hisset… Burada, bu dokunuşta olduğunu, tamamen orada olduğunu hisset. Yemek yerken, yalnızca yeme, kendini yemek yerken hisset. Bu duygu, bu duyarlılık zihninde gittikçe derinlere işlemelidir.
Bir gün, aniden, ilk defa işlemeye başlayan merkezinde uyanırsın. Ve o zaman tüm dünya bir düş olur, o zaman düşlerinin düş olduğunu anlarsın. Ve düşlerinin düş olduğunu anladığın zaman düşler kesilir. Ancak gerçekmiş gibi hissedilirken düşler sürebilir; gerçek dışıymış gibi hissedildiği zaman kesilir.
Ve içindeki düş görme durduğu zaman, yeni bir insan olursun. Eski insan ölür; uyuyan insan ölür. Eskiden olduğun insan artık yoktur. İlk defa farkında olursun; ilk defa tüm dünya uykudadır ve sen uyanıksındır. Buda olursun; uyanmış olan.
Bu uyanıştan sonra üzüntü olmaz, bu uyanıştan sonra ölüm olmaz, bu uyanış sayesinde korku yoktur. İlk defa, her şeyden bağımsız olursun. Uykudan bağımsız, düşlerden bağımsız olmak, herşeyden bağımsız olmaktır. Özgürlük kazanırsın. Nefret, öfke, açgözlülük yok olur. Yalnızca aşk olursun. Aşık değil, yalnızca aşk olursun.