Booking.com

FARKINDALIK VE ANDA YAŞAMAK



  YALNIZLIK ile ilgili görsel sonucuGündelik konuşmalarımızda da çoğu zaman sözümüzün etkisinin farkında olmayız. Öylesine, gelişi güzel fikir beyan eder ve sözümüzün karşımızdaki kişiyi ne şekilde etkilediği, onu rencide edip etmediği konusunu düşünmeyiz bile. Sürekli konuşup hiçbir şey söylemeyen birçok insan vardır sizin de gözlemlediğiniz gibi. Konuşmuş olmak için konuşurlar. Bu durumlarının da farkında bile değildirler.
  Aslında insanların çoğu farkında olmaktan korktukları için çok konuşurlar veya sürekli bir işle meşgul olmaya çalışırlar. Hiçbir işleri yoksa da ya televizyon seyrederler veya müzik dinlerler. Bu tür davranışların altında hep kendisi ile baş başa kalma korkusu yatar. Çünkü kendi ile baş başa kalmak, kendinin farkına varmak demektir ve bu durum pek çok insanın hoşuna gitmez.
  Neden insanlar kendileri ile baş başa kalmaktan hoşlanmazlar hiç düşündünüz mü? Çünkü kendi ile baş başa kalan insan o anın farkına vararak yalnız olmanın derinliğini yaşar. İnsanlar an’da değil zamanda var olmayı tercih ederler. Zaman geçmiş ve geleceği içerirken, an ikisini de dışlar. Geçmişte hatıralarımız, gelecekte ise ümitlerimiz ve beklentilerimiz vardır. Yani geçmiş ve gelecek çokluktur. An ise tekliktir. Geçmiş ve geleceğin çokluğunda kendimizin dışında birçok insanı ve olayda vardır.
  Oysa ki şimdiki an içinde biz ve dikkatimizi gerektiren konudan başka hiçbir varlık yoktur. Farkında olmak da bizim konumuzla bütünleşmemiz demektir. Yani, ikilik yerini tekliğe bırakmış demektir.
  Şimdiki anda korkutucu bir yalnızlık vardır. Çoklukta huzur ve güven buluruz. Çokluk oldu mu bizi koruyan, bize sahip çıkan ve seven varlıklar vardır. Ama an içinde teklik (birlik) vardır ve bu durum pek çok insanı huzursuz yapar. Zaman içinde yaşayan insan büyüme gereği duymaz. Sürekli onu koruyan ve seven varlıklarla sarılı olduğundan sürekli bir çocuk olarak yaşamını sürdürebilir. Zaman bizim güven duygumuzu besler ve bizim farkında olmamızı engeller. Farkında olmak demek an içinde yaşamak, yani şuurlu ve uyanık olmak demektir.
  Asrın başında yaşamış olan büyük mistik Gurdjieff hep “Kendini hatırla” derdi. Bu sözle “kendi varlığının farkında ol” demek isterdi. Hareketlerinin farkında ol, sözlerinin farkında ol, hatta mimiklerinin farkında ol. Farkındalığın ilk adımı hareketlerinin farkında olmaktır. Bunun için Gurdjieff ‘Stop’ oyununu icat etmişti. Etrafındaki öğrencilerine hiç beklemedikleri bir anda ‘stop’ der ve onların o anda heykel gibi hareketsiz kalmalarını isterdi. Bu çok zor bir oyundu. Örneğin tam çay içerken çay bardağı dudağınıza değdiği anda stop dendiğini düşünün. Çayı içemezsiniz.
  Bardağı geri koyamazsınız. Elinizi oynatamazsınız. Ne kadar zor bir durum değil mi? Ama Gurdjieff ‘Tamam’ diyene kadar o durumda kalmak zorundasınız. Gurdjieff bu oyunu farkındalığı arttırmak için icat etmişti. Çünkü biliyordu ki farkındalığın ilk adımı bedensel ve fiziksel farkındalıktır. Ondan sonra konuşma ve nihayet var olma farkındalığı gelecekti. Var olma farkındalığı en ileri derecede şuur hali gerektirir. Varlığın farkındalığı etki-tepki mekanizmalarının ötesine geçmeyi gerektirir. Sizin neden var olduğunuzu ve hangi amaca hizmet ettiğinizi farkına varmanız gerekir. Bu şuur hali de en zor olanıdır.
İnsanlar bu dünyada doğarlar yaşarlar ve ölürler. Fakat pek çoğu neden bu dünyaya geldiğini ve hangi amaca hizmet ettiğini veya hangi ideolojinin oyuncağı olduğunu düşünmez bile. Yani kendine soru sormak ihtiyacı duymadan yaşar sonra çekip gider bu güzel mavi gezegenden… Bu tip insanların yaşamları bir hay-huy, bir etki-tepki mücadelesi içinde sürüp gider. Çalışırlar, evlenirler, çocuk yaparlar, çocuk büyütürler, yaşlanıp emekli olurlar ama bir gün olsun “benim bu dünyada var olmamın amacı nedir acaba?” diye sormazlar. Çünkü bu sorunun cevabını vermek için kendileri ile yüzleşmeleri, yani baş başa kalmaları gerekir. Ne geçmişin hatıraları ne de geleceğin hayallerinden etkilenmeden, objektif ve çıplak gözlerle kendini görebilmek öyle önemlidir ki, bu bakış, bu duruş bir kere elde edildikten, gerçeğin tadına bir kere varıldıktan sonra da vazgeçmek mümkün olmaz. Anda veya anında durumun şuurunda olmak yani uyanık olmak, keskin bir şuur halidir ve kendine göre doyulmaz bir tadı vardır. Ve aslında da hiç korkutucu değildir. Karşılaştığınız her duruma anında hakim olmak, onu hemen toparlayıp, gerekeni yapmak sonra da o duygudan ya da o şuur halinden çekip yeni bir hale gitmek istemez misiniz?  Ama etki ve tepkinin ötesinde durumun şuurunda olabilmek için beklenti ve saplantılardan kurtulmuş olmak gerekir. Hepimizi zorlayan da budur, saplantı ve beklenti yani geçmiş ve gelecek…
  Beklentiler gelecekle, saplantılar ise geçmişle ilgilidir. Tıpkı süregelen ince uzun bir yol gibi, her şeyi ardı ardına eklemekten öyle hoşlanıyoruz ki ya da bu tip düşünmeye öyle alıştık ki! Oysaki an’da yaşayınca ne geçmişin takıntıları ne de geleceğin beklentileri etkindir. An’ın farkına vararak yaşamak demek tercihli olmayan değerler üretmek demektir. Hiçbirinin diğerlerine göre daha önemli olmadığı güçler, erdemler ve bilgiler. Yani bir bakıma kendi egomuzu (nefsimizi) ön plandan geri çekip, arka plana çekebilmeye benzer bu durum. Etki-tepki mekanizması içinde olan egomuzdur. Egomuz yani nefsimiz bizim ne kadar önemli bir varlık olduğumuzu hep tekrarlayıp durur. Egomuz sürekli bizi korumaya çalışan bir kalkan gibidir. Devamlı bu ego kalkanının arkasına sığınarak kendimizi güvende hissederiz. Bu korunma mekanizmasını da çoğu zaman “haysiyet, izzeti nefis,gurur, haklılık” gibi kavramların arkasına gizleyerek kendimizi haklı göstermeye çalışırız.
 Anda Yaşamak
  Oysa ki an’da yaşayıp farkında olmak kendi ile her an karşılaşmak, durumu olduğu gibi görmek demektir. Yani bize daha çok zarar verecek, gereksiz bir yansıma veya odak bozukluğu oluşturmadan, durumu görmek, anlamak, gerekeni yapmak ve bundan mümkün olduğunca az etkilenmek… Hiç mi derin etkilenmeyeceğiz de diyebilirsiniz. Derin etkilenmek de çok iyidir ama burada amaç ne olursa olsun konuyu fazla uzatmadan, akmakta olan diğer anlara geçebilmek ve yaşama anlar içinde, kare kare çekilmiş fotoğraflar gibi yetişmektir. Bunu başarabilmek için de hiçbir değerin diğer bir değere göre daha tercihli durumda olmaması gerekir. Örneğin, “Ben ailemi her şeye tercih ederim. Önce eşim ve çocuklarım gelir. (Veya işim de diyebilirsiniz, sonuç fark etmeyecektir)  Sonra diğer insanlar” dediğimiz vakit olayları tarafsız bir gözle inceleyemeyiz. Eğer çocuğumuz okulda kavga etmişse mutlaka kavga eden diğer çocuk suçludur. Eğer çocuğumuz derslerde kötü not almışsa mutlaka öğretmen kötüdür. Ya kötü ders anlatmıştır veya çocuğumuza bir garezi bir takıntısı vardır. İşimiz için de aynı örnekleri vermek mümkündür. Bu gibi örnekleri arttırabiliriz.
  Tercihli değerler içinde yaşayan insanlar için daima kendileri haklı, karşılarında duran da haksızdır. Bunu gündelik yaşamda gördüğümüz gibi, politikada ülkeler arası ilişkilerde de görüyoruz. Kendini tehdit eden bir hayali düşman yaratarak varlıklarını sürdüren ülkeler, aslında en fazla korku içinde yaşayanlardır. Bu korkuyu da alet olarak kullanırlar. Korku sayesinde ülke halkı istenileni daha kolay kabul eder. Korku, insanın bağımsız düşünmesini engeller. Korku insanın büyümesini engeller. Sürekli çocuk kalan insan ise daha kolay alet olur. Oyuncak haline gelir ve hiçbir zaman şuurlu bir varlığa dönüşemez.

Doç. Dr. Haluk Berkmen

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder