Booking.com

Hayat sana cazibesini getirsin istiyorsan, önce kendini keşfet


Hayat acımasız! Aşkta şansızım! İlişkilerim uzun sürmüyor! Hep terk ediliyorum! Evlenemiyorum! Evliliğim yürümüyor! İşlerim yürümüyor, para gelmiyor, yetmiyor, ayın sonu gelmiyor! Bir türlü istediğim iş olmuyor, terfi edemiyorum! Ben hep kaybediyorum!



Bir şeyler istediğimiz gibi yürümüyorsa, dileklerimiz gerçekleşmiyorsa önce kendi enerjimizi mi değiştirerek başlamalıyız? Etrafımızdakilerde de sorunlar vardır elbet ama biraz da sorunun çıkış noktası kendimiz değil miyiz?

Egolarımız, korkularımız, boş vermişliklerimiz, hayattan bıkkınlıklarımız, şansım yok zaten diyerek şansı kendimizden itmemiz, hayata karşı cazibeli olmanın sırlarını ya da iç benliğimizde sahip olduğumuz o sınırsız enerjimizi belki de yeterince kullanmamamız… İşte kendimizle ilgili keşfetmemiz gerekenler bunlar olabilir mi?

Hayata karşı cazibeli nasıl olunurdu ki? Enerjiyi doğru kullanarak…

İlişkilerim yürümüyor. Eşim, sevgilim beni anlamıyor. Devamlı tartışıyoruz. Hiç aramıyor; hep ben arıyorum. Mesajlarıma cevap vermiyor. Evliliğe yanaşmıyor. Evliliği yürütmek için hiçbir çabası yok. Neden benim bir ilişkim yok? Neden ben de zengin değilim? Neden işte başarım görülmüyor?

Bu tür sorularla, sorunlarla hepimiz karşılaşırız hayat süreci içerisinde. Hep sorarız neden, niye… Olayları suçlarken ya da etrafımızdakileri; asıl sorunun kendimizden kaynaklanabildiği kısmına pek de aynı şiddette ehemmiyet vermeyiz kimi zaman. Ama bir gerçek vardır ki; insan ne düşünürse, nasıl davranırsa hayatına da onu çeker. Bazı saplantılarımız ya da savunduğumuz bazı durumlar vardır. Örneğin; erkekler ilgisizdir/kadınlar çok konuşur: bunu söyleyen, buna inanan veya arkadaşlarınızla konuşmalarınızda sürekli dile getiren bir insansanız size ilgi göstermeyen erkekleri ya da çok konuştuğuna inandığınız kadınları hayatınıza çekersiniz. Evrenle alışveriş listenizi; inanın aslında kendiniz belirlersiniz. Aldığınız kararların da sonuçlarını yaşarsınız.

Etrafınızı değiştiremeyebilirsiniz ama kendi düşüncesel yaklaşımlarınızı ve size davranış şekillerini değiştirebilirsiniz: enerjinizi değiştirerek. Enerji değiştirme aşamalarında size uyabilecek meditasyonları bularak uygulamaya başladığınızda yavaş yavaş enerjilerinizin değiştiğini de fark edersiniz: affetme, kendini sevme, korkuları yenme, geçmiş karmaları yenme, yüzleşme meditasyonları. Bunlardan birini ya da size uyacak birçoğunu seçebilirsiniz. Tabi ki meditasyon yaptım; her şey güllük gülistanlık oldu şeklinde fazla iyimser yaklaşımlar değil beklentimiz. Birçok cazibe sırrını da uygulayarak desteklemek gerekiyor.
İş hayatımda, aşk hayatımda, parayla ilişkimde enerjilerimi değiştirmek istiyorum:

Kararlı olmalıyım: Kendi potansiyelimi keşfederek, kendi değerimi anlayarak, öz güvenimi geliştirerek, kendimi sevmeyi öğrenerek, amaçlarımı doğru belirleyerek, karar vererek ve kararlarımın arkasında durarak, enerjimi tüketenleri hayatımdan uzaklaştırarak, hayır diyebilmeyi öğrenerek…

Dileklerim içinde yer alan hiçbir dileğimi araç olarak görmemeliyim: Örneğin; evlenmek istiyorsanız bunu bir şeylerden kaçmak ya da sadece yaşım geçiyor diye yapmak düşüncesi sadece evliliği araç olarak görmektir. Yani buradaki bir amaç değildir. Bu dileğiniz gerçekleştiğinde dileğinizi araç olarak görmeniz ileriki zamanda büyük problemler getirir. Çünkü istediğinizi elde ettikten sonra araç olan kısmı devreden çıktığında bulunduğunuz durum ve yaklaşımınız zamanla sizi sonra da eşinizi mutsuz edebilecektir. Parayla ilişkilerimizde de bu böyledir. Çok para kazanmak istersiniz. Gün gelir belki kazanırsınız da. Ama buradaki durumda da önemli olan; paranın araç değil amaç olduğunu anlayabilmektir yoksa o kazandığınız para da sonunda elinizden gider; elinizde tutmayı bilmez, savurursanız ve nasıl tutmanız, harcamanız gerektiğini bilemezseniz.

Güçlü yönlerimi geliştirip, beslemeliyim: Yeteneğim olduğu alanları keşfetmek, bu yeteneklerimin üstüne gitmek, kendimle daha çok zaman geçirmek, kendi üstüme daha çok titremek (fiziki görünüşüm, imajım, beden dilim, sahip olduğum meziyetlerim; kısaca benim karizmamı, hayata bağlanmamı ya da istediğim gibi insanları kendime çekmek için etkileyecek sahip olduğum her şeyi beslemek)

Enerjimi değiştirmeyi seçmek: Karşılaştığım tüm red edilmelere karşı dirençli olmayı, pes etmemeyi, yaptığım hatalardan ders almayı ve öğrenmeyi, gülümsemeyi, odaklandığım şeyleri doğru analiz etmeyi ve isteklerime doğru odaklanmayı, tevazu göstermeyi, mutlu ilişkilere olan arzumu nasıl hayata geçireceğimi, her şeyin başlangıcının iç huzurum olduğunu öğrenerek keşfetmek ve bu alanlardaki negatif enerjilerimi, ön yargılarımı değiştirmeye başlamak…

Hayat belki de biraz akışa bırakılmalı bazen. Çok üstüne düştüğün şey çoğunlukla kaçar. Hayata bağlanmalı yeniden; bol bol yürüyüş, doğayla bütünleşme, doğru ve sağlıklı beslenme, balık tutma, dans etme, dostlarla sohbetler, ailemle daha çok zaman geçirme, yarım bırakılan işleri tamamlama, ertelenen işlere başlama: hayatı doyasıya her ne olursa olsun yaşayabilme yönlerini besleyebilmek… Tek bir şeye odaklanmamak, hayatında sahip olduklarımın değerini anlayarak şükretmek…

Kalbinde geçmişten getirdiğin ve affedemediğin yaralar oldukça vesveseli yaşamaktan, kendine engel olan davranışlardan, egonun esiri olmaktan, sevgiye koşul yüklemekten, olumsuz düşünceleri evirip çevirmekten kurtulamadığın sürece enerjini hayat süresince yükseltemezsin.

Değersizlik korkunu, dışlanma korkunu, yalnız kalma korkunu, kaybetme korkunu yenmedikçe doğru insanı, doğru aşkı da kendine çekemezsin. Gelen gelir, bir süre seni sana aynalar sonra da kimi zaman haber bile vermeden yok olur, gider.

Öncelikle bizi neyin mutlu edeceğini keşfetmek önemli aslında…

Ben nelerle mutlu olurum? İlişkilerimde, sağlığımda, işimde, ekonomik durumumda neyi, neleri hedefliyorum? Ben; gerçekten neleri istiyorum? Her gün bu seçtiğim alanlarda başarıya ulaşmak için neler yapmalıyım?

Evren için hazırladığım sipariş listemde neler olacak? Doğru siparişleri vererek kendime dilediklerimi çekebilecek miyim? Hayat bana istediklerimi nasıl getirir?

ALINTI

DAĞINIKLIK, YARATICILIK VE ZEKA ARASINDAKİ İLİŞKİ

Yüzyıllardır en yakınları bile onları anlamadı… Eleştiriler peşlerini hiç ama hiç bırakmadı… Ancak dağınık insanlar üzerinde yapılan bir araştırmada dağınıklık ile zeka arasında bağlantı bulunduğu ortaya çıktı…
Yapılan araştırmalar, dağınıklığın yaratıcılıkla orantılı olduğunu ortaya koydu. Dağınık yaşayan insanların ise tembel değil beyinlerinin farklı çalıştığını gösteriyor. Minnesota Üniversitesi’nden Kathleen Voh’un yaptığı araştırmalar, dağınık insanlarla ilgili genel düşünceyi değiştirecek türden…

DAĞINIKLIK ve YARATICILIK ARASINDA GERÇEKTEN BİR İLİŞKİ VAR MI?

dağınık ve sanatsalSıradan insanlar, grup normlarına uyup masalarını sürekli düzenli tutmaya çalışıyorlar. Yaratıcı insanlar ise kendi kurallarını yazıp beyinlerindeki düzenlerine göre masalarını yerleştiriyor. Dışarıdan bakanlar için kaostan doğan bu düzen dağınıklık gibi gözükse de, aslında yaratıcı insanların düşünmesini sağlıyor. Yaratıcı insanların beyinleri daha farklı çalıştığı için, dağınıklık aslında onların zihinlerini yansıtıyor. O anda akıllarında olan her işi ya da objeyi karşılarında görmek istiyor. Bu dağınıklığı beyinlerinde birleştirip yaratıcı işler ortaya koyabiliyorlar. Dağınıklığıyla ünlü Albert Einstein’in bu konuda gelen bir soruya verdiği cevap aslında olayı örnekliyor. Einstein, “masalar beynimizin içini yansıtıyorsa, masamızın üstü boşsa ne düşünmemizi bekliyorsunuz?” diyerek bu psikolojik bulguyu yıllar önce özetlemiş.

DAĞINIK İNSANLAR DAHA ZEKİ

Uzmanlar zeka seviyesi ile dağınıklık arasında bir ilişki buldu.
Kardeşiniz ya da ev arkadaşınız kıyafetini çıkarttıktan sonra kirli sepetine atmak yerine yatağının üzerine mi fırlatıyor? Özel bir yemek yapmaya kalktığında mutfak savaştan çıkmışa mı dönüyor? Merak etmeyin her şeyin bir sebebi var. Sevgiliniz dağınıksa ona kızmayın çünkü zeki bir insanla birliktesiniz demektir. Uzmanlar zeka seviyesi ile dağınıklık arasında bir ilişki buldu. Buna göre dağınık insanlar daha zeki oluyor. İngiltere’de yapılan araştırma, dağınık olarak nitelenen kişilerin eğitim seviyelerinin daha yüksek olduğunu ve zor problemleri düzenli kişilere göre daha çabuk çözdükleri anlaşıldı.
Eğer dağınık ve pasaklı birisiyseniz ve etrafınızdakiler tarafından sürekli eleştiriliyorsanız, ve aşağıdaki üç özelliğe sahipseniz zeki ve yaratıcı olma ihtimaliniz yüksek.

1. Halinizden memnunsunuz.

Haltiwanger’e göre, her ne kadar zorunlu olmasa da düzenli olmanız yararınıza. Ancak kaoslardan ders çıkarmaya çalışmalısınız. Çünkü hiçbir şey sonsuza dek aynı kalmaz. Er ya da geç, her şey değişir.
“Dağınık insanlar doğrusunu yapıyor. Hayatlarına başkalarının karışmasına ve onları yönetmelerine izin vermiyorlar” diyor Haltiwanger.

2. Dağınıklığınızdan ilham alıyorsunuz.

Birçok ünlü ve başarılı şahsiyetin dağınık kişiler olduklarını biliyor muydunuz? Roald Dahl, J.K.Rowking ve tabii ki de Albert Einstein.
“Dağınıklık Sendromu: Rahatsızlığın Gizli Faydaları” adlı kitabın ortak yazarları Eric Abrahamson ve David H. Freedman’ın ortak kanısı ise şöyle: “Dağınık bir masa işlev yönünden son derece etkili ve kullanılabilirdir. Dağınık bir masada, işe yarayan araç ve gereçler ön kısımda dururken, işe yaramayanlar masanın ortasında veya köşe kısmında bulunur ve harika bir mantığa sahiptir.”
Minnesota Carlson Üniversitesi İşletme Bölümü akademisyeni Kathleen Vohs tarafından yapılan bir araştırma da dağınık insanların dağınıklıklarının onlara yaratıcılık aşıladığını kanıtladı.
“Dağınık ortamlar bu tür kişilerin yaratıcılığına katkıda bulunuyor” diyen Vohs sözünü, “Öte yandan düzenli ortamlar bu kişileri kısıtladığından yaratıcılıklarını öldürüyor” diye bitirdi.

3. Cesursunuz ve anı yaşıyorsunuz.

Haltiwanger “Dağınık insanlar dalgadan kaçmaz, dalgaya doğru yüzerler” diyor.
Dağınıklar, küçük detaylara takılmak yerine, resmin tamamına odaklanırlar. Önemsiz sorunlarla uğraşmak yerine, enerji ve zamanlarını önemli şeyler üzerinde harcarlar. Haltiwanger, bu nedenle dağınık insanların diğerlerine göre risk almaya daha eğilimli olduklarını düşünüyor.
Düzenli olmanın kötü bir tarafı yok. Ancak biraz düzensiz olmak da insanı öldürmez. Dağınıklıkların içerisinde değişik şeylere odaklanarak ilham alın ve her yeri anında düzenlemeye çalışmayın. Günün sonunda asıl önemli olan şey düzen ve düzensizlik arasındaki dengeyi bulabilmekte.
“Dağınık bir yaşam tarzının ardında sadelik ve güzellik yatıyor. Bu nedenledir ki dağınık ortamlardaki insanlar ileri görüşlü ve yaratıcı bireyler haline geliyorlar” diyor Haltiwanger.
Dağınık mısınız ya da dağınık birini tanıyor musunuz? Yazıyı dağınık bir arkadaşınızla paylaşarak dağınıklığa dair ilginç detayları öğrenmesine yardımcı olabilirsiniz.

Ayrılıklar ve terk edilme gerçeği ile yüzleşmek


Ayrılıklar ya da birileri tarafından terk edilme gerçeği ile yüzleşmek durumunda kalındığında, her insanın tepkisi farklı olabiliyor.



Kimisi (ki genelde bu daha düşük yüzdedir) hemen durumu kabullenip, hayatına devam edebiliyor, kimisi ise (bu da daha büyük yüzdeye sahip) hırs yapıp bir şeyleri düzeltebilmek arzusu ile yanlış zaman ve yanlış yöntemlerle olayın üstüne gidebiliyor.

Her insanın yaşadığı olaylara yaklaşım şekilleri ya da bakış tarzları farklılık gösterebilir.

Ayrılıklar ya da terk edilişler ilişkilerin birçoğunda daha hızlı yaşanabilirken, bazılarında da uzun vadeli beraberlikler sonrası olabiliyor.

Kuşkular, soru işaretleri, merak, sorgulamalar yaratmak ya da karşı tarafın bunları yaratması; bazen ilişkilerin dengesini bozabiliyor. Beklenti, baskı, şüphe ve kaybetme korkusu ile yaşanan ilişkilerde, zamanla ilişki kalitesinde bozulmalar başlıyor. İlişkide güvensizlik ya da tek tarafın ilgisi ile yürütülmeye çalışılan, kazan-kazan dengesini kurulamadığı ilişkilerin ayrılığa gitme potansiyeli çok daha yüksek değil midir?

Aşık olmak ya da bir insanı sevmek bazen ona sahip olduğu değerlerden çok daha fazla anlam yüklememize sebep olabilir. Bir insanı sevdiğimizde onu gözümüzde fazla büyütme ihtimalimiz de vardır.

Bu durumda bağlılıktan öte bağımlılıkların artışındaki dengesiz seyir kişinin kendi dengesi kadar ilişkideki rolündeki dengesini de bozabilir. Karşı tarafın ilgisine muhtaç olma, telefonlarını bekleme, her aradığında her şeyi bir tarafa bırakıp hemen koşup yanına gitme ya da onun hayatında yaptıklarını saplantı haline getirme…
Aşırı bağımlılık yaşanan durumlarda ayrılıkların ya da terk edilişlerin yükünü taşımak çok daha zorlaşabilir.

İlişkiyi sonlandırmak isteyen taraf; sebep ne olursa olsun ki elbet kendince yarattığı bir sebep vardır, bunu dile getirdiğinde diğer tarafın yaşadığı yıkımın psikolojisi de çok ağırdır.

Bir insanı sevdiğinde onu hayatının merkezine oturtmuş ve diğer hayat alanlarını bir tarafa atmış insanlarda ayrılık sendromunun atlatılması çok daha ağır olabilir. Kendine ait bir yaşam alanı bırakmamıştır, ailesi, dostları, çevresi ya da kendinden o kadar uzaklaşmış ve tek bir insana kendini o kadar endekslemiştir ki; onun gitme isteği bir travma yaratabilir.

Kimi ayrılıklar belki de bizim için hayırlıdır; belki de karşımızdaki insan bizim için doğru insan değildir ki, bir sebeple çıkıvermiştir hayatımızdan. Hatta ilişkiyi sırf sürdürmek için ilişki içerisinde yaşadığımız yalnızlığı bile görmezden gelmek isteriz. Kopamayız bir türlü….

Ayrılıklar sonrası, ilişki nasıl biterse bitsin hazmedemeyiz bir türlü, hele ki terk edilen taraf biz olduysak… Neden, niçin sorgulamaları başlar sonra kimi zaman kendimizde suç arayışları: ben boyle davranarak hata mı yaptım? Keşke daha anlayışlı olsaydım gibi birçok benzer suçlama… Bir süre kimseleri koyamayız onun yerine, çaresizce ona ulaşmaya çalışır, defalarca kendimizi ya da tekrar denenirse her şeyin daha güzel olacağını anlatmaya uğraşır dururuz. Karşı taraf kafasında tamamen bitirdiyse; nafiledir tüm çabalar. Başta konuşan o insan, zamanla telefonlarını açmaz, mesajlara cevap vermez olur.

Bazı ayrılık teklifleri bir tarafın bazı sebeplerle yorulması ya da dinlenmek isteği ile de gelebilir. Belki hala sevgi vardır ama ona göre ilişki bu şekliyle sağlıklı yürümüyordur. Her insanın hata yapabilirliğini göz önünde bulundurarak hata yapılan şeyler farkındalığına varılıp düzeltilebilir tarzda hatalar ise; karşılıklı konuşarak, paylaşarak bu durumu çözmeye gitmek ve şans vermek en güzeli tabi…

Ama karşı taraf, ne yaparsak yapalım, ne söylersek söyleyelim ikna olmak istemiyor ve şu anda kendi bildiğini yapmakta ısrar ediyorsa?

Bu durumda yapabildiğimiz en büyük hata üstüne gitmek belki de… Neden bitmiş, neden şöyle olmuş, yoksa başka biri mi var şüpheleri, karşısına çıkmak, ayrılıktan dönmesi için ikna etmek uğruna defalarca telefonla aramak, mesajlar göndermek, hele ki karşı taraf aramalara cevap vermiyorsa defalarca aramaya devam etmek…

Elbette ki ayrılık sonrası yaşanan çaresizlik duygusu ve bir şeyleri ben ısrar edersem düzeltebilirim hissi birçoğumuzda var. Ama bir gerçek daha var ki; yapılan konuşmalar sonrasında karşı taraf fikrinde ısrar ediyorsa bu uğraşların devamı karşı tarafı daha fazla soğutmak ve insanın da kendisini hırpalamasından başka bir yere götürmüyor kimi zaman…
Ne kendinizi, ne de karşınızdakini yormayın. Elden gelen her şey yapılıp bir geri bildirim olumlu alınamıyorsa belki de en güzeli bir süre sessizliktir.



Belki çok acı çekilir, uykusuz geceler, ağlamalar, onsuz nasıl yaşarım kabusu… Ama bir gerçek daha var ki; hayat devam etmeli… Uğruna çaba gösterilen insan aynı çabayı karşısındakine göstermek istemiyorsa; bu durumda belki de daha az yıpratıcı olan kabullenmek ve hayatına devam etmek… Mutluluğun bir insana endeksli olmadığını mutluluğun insanın kendi içinde olduğunu fark edebilmek… Kendi değerinin farkında olmak… Kendi hayatı içerisinde yaptıkları ya da yapabilecekleri ile kendini beslemek ve ileriye bakabilmek…

İnsan kendi hayatını yaşama gücünü gösterebildiğinde ve ayrılığın üstüne düşmek yerine akışa ve zamana bırakabildiğinde bitmiş ilişkinin ya da bir süre dinlendirilmesi gereken ilişkinin daha da fazla yıpratılmasına engel olabiliyor. Bazen yıpratılmayan durumlarda diğer taraf biraz dinlendikten ve diğer tarafı sevdiğini, onunla devam etmek istediğini anladığında geri dönüş kararı da daha sağlıklı olabiliyor.

Geri dönüşleri kabul etmek ya da hayır demek her insanın kendi bileceği bir durum… Kimi ayrılıklarda sadece yorgunluk ya da bir tarafın psikolojisindeki geçici bozukluk, kafa karışıklığı ya da tamir edilebilir çok ufak hatalar söz konusu ise ve hala sevgi varsa yeniden devam kararı alabilmek daha kolay olabiliyor.

Ama sürekli ısrar ya da ayrılık sonrası yapılan baskılar, çaresiz davranışlar sergilemek; geri dönme potansiyeli olan insanın bile (kafasında tamamen bitirmiş ise zaten bu zor bir olasılık olabilir tabi ki bu nedenle fazla beklentiye kapılmamak gereği söz konusu) gözünü korkutup ya da ayrılmakta haklıymışım dedirtip geri adım atmasına sebep olabiliyor.

Sessiz kalmak, bir gün döneceği beklentisi ile yaşamak yerine akışa ve zamana bırakmak ve kendi hayatına devam…

Belki de en güzel ilaçtır insanın psikolojisinin ve dengesinin bozulmasına engel olabilmesi için… Kim bilir? Bir gerçek varsa ve ne yapsa o gerçeği değiştiremeyecek ise; o gerçeği kabullenebilmek ve yoluna devam edebilmek…
Bana hiç ilgi göstermiyor, aramıyor, mesajlarıma cevap vermiyor, hep ben arıyorum, ilgi gösteriyorum diye yakınırken önce kendinize bir sorun…

Acaba o sizden böyle bir şey bekliyor, talep ediyor mu? Böyle bir beklentisi yoksa, yapıyorsanız da kendiniz istediğiniz için yapıyorsunuz. Madem sizin kadar yapmasını bekliyorsunuz ama yapmıyor, onu yorarak, söylenerek, imalar yaparak sadece kendinizden uzaklaştırırsınız. Madem o istediğiniz kadar aramıyor, ilgilenmiyor, size sadece kendi istediği zamanlarda vakit ayırıyor; o zaman artık siz de yapmayın. Sadece durun. Nefes alın, hayatınıza dönün. Bırakın biraz da o size ulaşabilmeye uğraşsın. Tabi istiyorsa…
Beklenti üzerine kurulan ilişkilerin daha kısa ömürlü olması ihtimali hep vardır.

Karşıdaki kişinin diğer tarafın sevdiği derece kadar sevmesi beklentisi…

Karşılık umarak karşı tarafa bir şeyler yapma ve aynı şeylerin kendisine de aynı derecede yaşatılması beklentisi…

Bir tarafın ilgisi diğerinden daha az olduğunda karşı tarafa verilen ilginin derecesi ile aynı ilgiyi bekleme beklentisi…

Kendini ifade etmeden anlaşılma beklentisi…

Karşı tarafı değiştirme beklentisi…

Bağlanması ve sizinle evlenmesi beklentisi…

Kimseyi sürekli o konuda konuşarak ikna edemezsiniz. Onun kendi istemesi gerek… Devamlı bağlılık, evlilik konularını bir erkeğin önüne yığarsanız, korkması ve geri çekilmesi ihtimali yüksek. En iyisi mi bunları söyleyen değil, size söyletecek kadın olmak.

Bu beklentiler; ilişkilere ben merkezci yaklaşımlar ile ya da karşı tarafı hayatının odak noktası yapması ile de artabilen beklentilerdir. Tabi ki her insanın beklentileri ya da doyurulması gereken ihtiyaçları olabilir. Bağımlılığa dönüşüm çok daha farklı bir durum…

Kendi kişiliğinin ve kişisel hayatındaki rol dengelerinin kaybedilmediği, karşı tarafın da aynı şekilde partner olmak kadar diğer rollerinin olduğunun da kabullenilebilmesi, en önemlisi de onun da kişisel alanlarının olduğunun farkındalığı ile ilişkinin yaşanabilmesi ilişkilerin kalitesini ve uzun ömürlü olabilme ihtimalini arttırabiliyor.

Unutma; her kim her ne söylerse söylesin bu asla senin kendi öz değerini değiştirmez. Sen sadece dengede kalmayı dene.

Bugün kendin için bir adım atarak sevgi ile yola devam et.

Gemi senin… Seçim senin… İster sahilde yıllarca demirli kal, istersen yeni ufuklara doğru yol aç. Her ne yaparsan yap; hayatına bir şekilde, bir anlam katsın işte…

alıntıdır

“Zor ve negatif insanlar” her yerde, nasıl onlarla başa çıkarsınız?


Evet doğru, kaçınamayacağımız bir gerçek var ki zor ve negatif insanlar evde, apartmanda, iş yerinde, trafikte, markette, bankada, sinemada eşimiz, çocuğumuz, iş arkadaşımız, patronumuz, komşumuz, dostumuz, sokaktaki insan olarak kısaca her yerde… Peki ne yapacağız?



Toplum hayatı içerisinde insanlarla beraber yaşarken, genelde hepimizin beklentileri birbirimizden çok da farklı değil… Aslında zaten olması gereken ama olduramadığımız sorunsuz ilişkiler…

Sorunsuz ilişkiler kurabildiğimiz, bizi mutlu edebilecek insanların olduğu ve çatışmalardan uzak ortamlarda olabildiğimiz, huzurumuzu ve günlük ruhsal dengemizi bozabilecek, bize zorluk çıkartacak her türlü insan ve olaydan uzak kalabildiğimiz, saygı duyulduğumuz, takdir edildiğimiz bir günlük hayat döngüsü içerisinde yer alabilmek…

Her geçen gün zorlaşan yaşam koşullarının daha da çok gerginleştirdiği bir toplum içerisinde yaşadığımızı, etrafımızda, iş yerinde, evde, sokakta kısaca her yerde rastlayabileceğimiz zor ve geçinilmesi güç insanların ne kadar çok olabileceğini varsayarsak; aşırı iyimser beklentilerle günümüzü geçirebileceğimizi düşünmek biraz Polyanna tarzı bir yaklaşım olacaktır tabi… Peki bu beklentilerimizin en azından bir kısmını da olsa karşılayabilmek, günümüzü mümkün olduğunca olumlu ve pozitif geçirebilmek için ne tür yaklaşım yöntemleri uygulayarak bu zor insanlarla başa çıkabiliriz?
“ Aslında belki de ilk yapmamız gereken çevremizdeki insanların bizimle aynı vizyonda ve bakış açısında olamayacağını, onları kendileri istemedikçe değiştiremeyeceğimizi kabul edebilmemiz…”





Bu insanlar, bir türlü ne yaparsak yapalım kendimizi kabullendiremediğimiz annemiz, babamız, kardeşimiz, sürekli mutlu edebilmek adına kendimizden sınırsızca verdiğimize inandığımız halde bir türlü memnun olmayan, sürekli söylenen eşimiz ya da başkaldıran, söz dinlemeyen çocuğumuz olabilir. Ya da sorunları ya da talepleri hiç bitmeyen bir arkadaşımız veya fikirlerimiz konusunda bir türlü ikna edemediğimiz meslektaşımız ya da müşterimiz olabilir.

Hatta bir pazar sabahı uykuya doyamadığınız bir anda, sabahın saat sekizinde topuklu terlikleri ile üst katımızda şuursuzca gezinen, televizyonunun sesini sonuna kadar açan komşumuz ya da trafikte en gidilebilir süratli halimizle seyir ederken bile arabamızın arka tamponuna yapışmak istercesine bizi sıkıştırarak kaza yaptırmaya uğraşan, selektör ve korna bağımlısı sabırsız, kavgacı bir sürücü de olabilir. İşte bütün bu insanların hiçbirini değiştiremeyeceğimizi bilmek, ıssız bir adaya yerleşemeceğimize göre de onlarla yaşamaya devam etmek durumunda olduğumuzu kabullenmek ve önlemlerimizi almak zorundayız.

Madalyonun bir de diğer bir yüzü daha var ki; bizler de, farkında olmadan kimi zaman etrafımızdaki diğer insanların enerji ve sabırlarını tüketiyor ya da bize yapılmasından hoşlanmadığımız davranışları gene belki de farkında olmadan başkalarına yapıyor olabiliriz. Gerek ailemizdeki bireyler, akrabalarımız gerekse sosyal ya da iş çevremizdeki birileri tarafından “zor insan” olmakla nitelendirilebiliriz.

Karşılıklı ilişkilerdeki sorunlar çoğunlukla sadece tek taraftan kaynaklanmamaktadır. Bu nedenle, belki de öncelikle kendimizi, ilişkilerimizi ve davranışlarımızı gözden geçirmemiz ve değerlendirebilmemiz ön plana çıkıyor. Önyargılı algılarımızı biraz daha yumuşatabilmemiz, duygu ve öfke denetimlerimizi yapabilmemiz, bize yapılan davranışlara karşı gösterdiğimiz tepkilerimizin doğru ya da yanlışlığını değerlendirerek kendi öz benliğimizi daha çok tanımamız; zor insanlarla başa çıkma becerileri geliştirirken daha verimli yöntemler üretebilmemiz ve sağlıklı iletişim kurabilmemiz açısından bize kolaylık sağlayabilecektir.

Genel tanım olarak ele alırsak “zor insan”; düşünce ve davranışları nedeniyle iletişim kurmakta güçlük çekilen, iletişime kapalı insan olarak kısaca tarif edilebilir. Aşırı kaprisli, gereğinden fazla hırslı ve inatçı, aşırı eleştirici, agresif, asla hatasını kabullenmeyen, karşısındakini dinlemeyen hatta konuşturmayan, sürekli kendi haklılığını dile getirirken karşısındakinin haklılığına önem vermeyen, düşüncelerini ve duygularını kelimelerle dile getirmek yerine sürekli başkalarının kendisini çözmesini bekleyen, bilgi ve deneyimi yeterli olsun, olmasın kendini bilirkişi olarak adlandıran, empati kuramayan, sürekli şikayetçi, memnuniyetsiz ve olumsuz tipteki insanlar genellikle “zor insan” olarak tabir ettiğimiz kişilik özelliklerini taşıyan insanlar sınıfına girmektedir.


Zor insan diye nitelendirdiğimiz insanlar aslında zor davranış yapıları olan insanlar… Bazı zor insanlar sürekli konuşurlar ama hiç dinlemezler ya da hep son sözü söylemenin onların hakkı olduğuna inanırlar. Bazısı asabidir. Bazısı ise sürekli sizi eleştirir, bazısını da ne yaparsanız yapın hiç memnun edemezsiniz.

Sınırlarımız karşımızdakiler tarafından zorlanmaya başladığında, öfkemizi kontrol edemeyip isyan ettiğimiz her an tartışmaya mı başlayacağız? Ya da birilerine bütün uğraşımıza rağmen derdimizi bir türlü anlatamıyor, sonunda da çileden çıkıyorsak ve bu duruma sebep veren kişi işte o “zor insan” olarak tabir edilen kişilerden biriyse gidip yakasına mı yapışacağız?

Her ne olursa olsun toplum içerisinde yaşamak durumunda olan bir birey olarak ve en önemlisi kendimize olan saygımızdan dolayı bu tarz bir davranışta bulunmaya hakkımız olmadığına kendimizi ikna etmek durumundayız.

Sokakta, trafikte veya topluma açık alanlarda belki de bir kereliğine gördüğümüz ve bu tür sıkıcı diyaloglar içerisine girmeye maruz kaldığımız, ama gene de saygı duymak durumunda olduğumuz “zor insanlar” ertesi günkü veya ilerideki yaşantımızda etkin bir rol oynamayacaktır. Ama ya bu “zor insanlar” her gün görüp, uzun zaman dilimlerini paylaşmak durumunda olduğumuz aile, iş veya arkadaş çevremizde yer alıyorsa? İletişimde uygulanabilecek en olumlu davranış karşımızdaki insan ne kadar “zor insan” grubuna giriyor olursa olsun sakinliği, dinginliği ve soğukkanlılığı elden bırakmamak mı dersiniz?


Zor insanlar; çoğunlukla tutumu herkese karşı aynı olan insanlardır. Bu nedenle de bu kişileri öfkeyle ya da sert tepkilerle karşılık vererek yenmeyi başarmak pek de kolay değildir. Haksızca hatta kırıcı ve saldırganca davranışlara maruz bırakılsak bile her ne olursa olsun seçebileceğimiz en iyi yaklaşım yolu; konuşurken kullandığımız üsluba, karşı tarafa vermek istediğimiz mesajı ne kadar doğru verebildiğimize ve karşı tarafın verdiği mesajı ne kadar doğru alabildiğimize, ne derecede sorun çözülebilir bir insanla karşı karşıya olduğumuza seri bir şekilde karar verebilmektir.

Her türlü iyi niyetli çabamıza rağmen karşı taraftan halen verimli bir sonuç, yapıcı bir geri bildirim alamıyorsak, karşımızdakine karşı sabrımızın tükendiğini ve kontrolümüzü kaybetmeye başlayacağımızı hissediyorsak, daha sonra pişman olacağımız sözler veya davranışlardan kaçınabilmek için seçilebilecek en iyi yöntem o kişiden ya da ortamdan o an için de olsa bir süre uzaklaşabilmektir.
Zor insanlara belki de uygulanabilecek, en iyi yöntem ne olabilir?


Zor insanlara belki de uygulanabilecek, en iyi yöntem kendimizi ifade ederken ve fikirlerimizi savunurken polemiğe girmeden, net kelime ve cümleler kullanarak konuşmak, saldırgan veya öfkeli tavırlar karşısında sakin, soğukkanlı ama kendimizden emin bir tavırla karşılık vererek hareket edebilmek, iyi bir dinleyici olmaya çalışmak, düşüncelerimizi ifade edip, savunurken kendimizi karşımızdaki kişinin yerine de koyarak daha yapıcı yaklaşımlar içerisinde olmaya çalışmak ve tartışmaya girmeme dinginliğini ve sabrını göstererek sorunu çözebilmek olabilir.
Alphonse Karr’dan güzel bir söz:


“Her insanın üç kişiliği vardır; ortaya çıkardığı, sahip olduğu ve sahip olduğunu sandığı…”

alıntıdır

İçinizdeki Çocuğu Keşfedin

Duygularımız, değerlerimiz ve yeteneklerimizin farkındalığı ile ilgili olarak, sahip olduğumuz karakteri tanımlamak için “içimizdeki çocuk” terimini kullanırız. Ayrıca, kim olduğumuz ile ilgili mutlu olma yetimiz de bu terim ile ilişkilendirilir.
İçimizdeki çocuğun, çocukluğumuzdan bu yana başlayan gelişimi, hayatlarımız boyunca sürer. Acının, keder veya sıkıntının had safhaya ulaştığı zamanlarda, içimizdeki çocuk tekrar kendini belli eder. Özellikle çocukluğumuzda çözüme kavuşmamış duygusal çıkmazlar ve anlaşmazlıklar durumunda içimizdeki çocuğu en çok hissederiz. Ancak sahip olduğumuz her şeyin hepsi ne tamamen kaybolur ne de tıkanık bir biçimde kalır. İç refahımızı sağlığına kavuşturup, sahip olduğumuz imajı yeniden şekillendirebiliriz.

Çocukluk bir keşif zamanıdır

Çocukluk döneminde, benlik kavramı gelişir. Başka bir deyişle, kendimize ait olan görüntüyü yarattığımız zamandır. Bu görüntü, büyük oranda ailelerimizin ve hayatımızdaki yetişkinlerin bize davranış şekilleri, deneyimlerimiz ve karşılaştığımız koşullar nezdinde şekillenir.
Gençken, hayatımızdaki yetişkinler bize birer ayna gibi gelir. Onlara baktığımız zaman, kim olduğumuza dair ilk emareleri görürüz. Yetişkinler ile geçirdiğimizi süre zarfı içerisinde kendimizi tanıyıp kim olduğumuzu anlarız. Bazen, anne ve babalarımız, bizler için ellerinden gelenin en iyilerini yapmaya çalışsalar da, bunun olacağına dair kesin bir kural yoktur. Hepimiz birer çocukken, neye ihtiyacımız olduğunu bilemezdik. Tam olarak neye ihtiyacımız olduğunu bilemediğimizden, bunu anne ve babalarımızdan ya da diğer yetişkinlerden de tam olarak bekleyemeyiz.
Bu nedenle, bazı duygusal boşluklar, belli acılar ve hüzünler ve hatta çocukluk travmaları ile büyümüş olabiliriz. Bu travma bilinçsiz, bastırılmış olabilir ve içimizde olduğunu bilmesek bile, ruhumuzda bir iz bırakabilir.

Çocukluğunu kaybetmek

Çocukluk, hayatımızdaki mutlu bir zaman dilimi olmadığında, bizler duygusal olarak yetersiz bir şekilde büyürüz. Bu yüzden, çocukluk çatışmalarımızı çözmeden yetişkinliğe ulaşıyoruz. Bunun nedeni bilinç altımız ile ilgili olabilirken, kişisel memnuniyetsizlik duygusu, çocukluktan yetişkinliğe geçişte de var olmaya devam edecektir.
Birer yetişkin olduğumuzda, çocukluğumuzun farklı bölümlerini pek fazla hatırlamayız. Sanki isteğe bağlı bir unutkanlık hastalığımız var gibi olur. Bu, çözülememiş iç çatışmalarımızın bir belirtisi olabilir.
Birer yetişkin olduğumuz zaman, içimizdeki çocuğu kaybedeceğiz. Kendi kendimizden memnun olma yetimizi unutacağız. Yetişkinliğe erdiğimiz zaman, çocukluğumuzun masumiyet umudunu yitiririz. Hayata dair herhangi bir planımız ya da hayalimiz olmaz. Ayrıca, kafamızı dağıtmak ve zaman öldürmek için de artık oyunlara dalıp kaybolmayız. Böylece, hayatımız kayıtsızlaşır, ciddi, hüzün ve hoşnutsuzluklar ile dolu olur.
“Oyunla ve sadece oyun oynayarak, bir çocuk ya da bir yetişkin, yaratıcı olma ve tüm kişilik özelliklerini kullanma kabiliyetine sahip olur. Ancak sadece yaratıcı olduğu zaman, birey kendini keşfedebilir.”
– Donald Winnicott

Tüm yetişkinlerin içindeki çocuk

Yetişkinliğe eriştikten sonra, eğer tatmin edici bir çocukluk geçirmiş isek, herhangi bir rahatsızlık duymadan, içimizdeki çocuk, varlığını devam ettirecektir. O çocuk eğlendiğimiz anlarda ortaya çıkacak, çocukça ümitler ve düşler kurarken, benliği zirve yapacaktır. Bu çocuk, en ufak şeylerde bile keyif bulacak ve bir yetişkin olarak oyunlar ile gelişecektir. Bu, aynı zamanda, yetişkinlikte, oyun oynayarak eğlenme yetinizi korumanın bir yoludur.
Bir yetişkin yaşantısıyla gelen tüm sorunlara rağmen, hayatın kendisinin eğlenceli, şaşırtıcı, tutku ve mutluluk dolu olabileceğini söyleyebiliriz. Birer yetişkin olduğumuz zaman, hayatın eğlence ve rüyalar olmadan devam etmesi gerektiği anlamına gelmiyor.
“Sana bakıyorum, sana bakmaktan sıkılmıyorum ve gözlerindeki o güzel çocuğu görüyorum.”
– Gabriela Mistral

İçinizdeki çocuğu keşfedin

İçinizdeki çocuğu keşfetmek, kim olduğunuzu kabullenip, onu kucaklamak demektir.Kendinize değer vermeli ve sevmelisiniz. Yeni şeyler yapmak, hayaller kurmak ve keşfetme için, yeteneklerinizi sahip olduğunuz kapasitenizin farkına varın. Bütün bunları yaparken, kişisel memnuniyetinizi yeniden inşa edebilir ve gerçek mutluluğu keşfedebilirsiniz.
Aşağıdaki adımlar, içinizdeki çocuğu yeniden keşfetmenize yardımcı olabilir:
  • Kendi çocukluğunuzu hayal edin ve o çocuğu sevmekten ve ona özen göstermekten kendinizi alı koymayın.
  • Bir çocukken neyi sevdiğinizi ve ilginizi neyin çektiğini hatırlamaya çalışın. Bu beğenilere ve ilgi alanlarına şimdi bir yetişkin olarak izin verin. O anların tadını çıkarmaya ve çocukluğunuza geri dönmenize izin verin.
  • Oyunlar oynayın, hayallerinizi canlı tutun ve küçük detaylarınızı keşfedin. Çocukken yapmaktan hoşlandığı şeyleri yapın, ancak bu etkinlikleri yetişkin yaşamınıza uyarlayın.
  • Gülümseyin, kahkahalar atın, kendinizi olduğu gibi kabul edin ve çocukluğunuzdan size acı çektirmiş insanları bağışlayın.
  • Bir çocukken duymak istediğiniz şeyleri bir düşünün. Bu düşünce ve duygularını bir yetişkin olarak kendiniz ifade edin.
  • Kalbinizi dinleyin ve ne istediğinizi anlamaya çalışın. Bu istekleri aklınızda tutun.
  • Kendinize dikkat edin, değer verin ve kendinizi sevin.

“Bir zamanlar olduğumuz çocuğu dinlemeli ve hala içimizdeki yaşamasına izin vermeliyiz. O çocuk büyülü anları anlıyor.”
– Paulo Coelho

Bilinçaltı korkularım nedeniyle istemediğim aynı şeyleri tekrar yaşamaktan yorulduysam ne yapmalıyım?


Bilinçaltı korkularının sanıldığından çok daha fazla rolü vardır insanın hayatında… İnsanlar genelde ya inandıklarını ya da korkuları ile kendilerine çektiklerini yaşarlar.

Bilinçaltı ile yüzleşmek memnun olunmayan birçok davranışın ve olayın değiştirilmesinde etkili.

Hayat akışınızda olmak istediğiniz yerde değil misiniz?

Ulaşmak istediğiniz hayalleriniz var ama bir türlü olmuyor ve bunun için ne yapacağınızı bilemiyor musunuz?

İstemediğiniz aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamaktan yoruldunuz mu?

Ya bugüne kadar kendinizi “gerçekten” doğru keşfettiniz, tanıyabildiniz mi?

Aslında ne istediğinizi (ne istemediğinizi değil) “gerçekten” biliyor musunuz?

Bilinçaltı korkularınızın sizi ele geçirmesinden yoruldunuz mu? Kurban rolüne yapışmaktan bıkmadınız mı? Ya da egonuzun veya korkularınızın esiri olmaktan? Hayattan zevk almıyorsanız ya? O zaman, artık kendiyle yüzleşip “Harekete mi geçmeli!”
Önce karar vermek

Önce karar vermek… Bu hayattan ne bekliyoruz, bu hayata ne vermek istiyoruz?Olmak istediğimiz yerde miyiz, olmak istediğimiz noktada mıyız yoksa aslında bizim gerçekte istediklerimiz bunlar değil mi? Mutsuz bir hayat yaşanıyorsa eğer ve insan içini boş hissediyorsa; o zaman önce belki de net bir karar vermeli: “Aslında kişi gerçekten ne istiyor?”


Sonra kendinle yüzleşmek

Gerçekten kendimizi doğru tanıyor muyuz? Önce belki de bunu bir yatırmak lazım masaya… Eğer neden hep benim başıma geliyor diyerek zamanla insan sürekli söylenmeye hatta kendine acımaya başlarsa, o kurban rolüne yapışıp kalırsa ama herhangi bir çaba sarf etmez ise, elini taşın altına koymazsa; ne istiyorsa değil, ne istemiyorsa onu yaşamaya devam edebilir.

Kendinle yüzleşmek… Gerçeklerden kaçıyor muyuz, sürekli söyleniyor ama bir şeyleri değiştirmek için bir adım atmıyor muyuz? Ya da atıyor, birkaç adım sonra beni mi bulacak diyerek pes edip bırakıyor muyuz?

Hayatımızı biz mi yönetiyoruz yoksa geçmişten getirdiğimiz ve bilinçaltına kodlanan korkularımız mı, geçmiş karmalarımız mı? Bir de madalyonun diğer tarafı; zamanla insan kendini yönetemedikçe, birileri mi gelip onu yönetmeye kalkıyor?

Kimi zaman insanlar hayatında yürümeyen şeylerin sebeplerini değiştirmek yerine kendini, etrafı, kaderi mi suçluyor sadece? İçindeki gücü doğrukullanıyor mu peki? Ya bilinçaltına yüklenmiş kodlamaları, korkuları temizleyebilirse -ki evet uzun ve emek isteyen bir değişim yolculuğu sürecidir bu- yaşadığı birçok şeyi de değiştirebileceğini biliyor mu? Ve belki de kendisi değiştiğinde doğru insanları ve olaylarıkendine çekebileceğini?
İnsan neye inanıyorsa, belki de onu yaşıyor

Önce yaşam amacını bulmalı insan… Kendini sevmeli;“önce ben” diyebilmeli belki de… Kendi içinde tam ve bütün olabilmeli… Olabilmeli ki; onunda karşısına öyleleri gelsin.

Bilinçaltınla yüzleşebilmeli insan… Korkuları neler, onu sabote eden düşünceleri, inançları neler? Çocukluğunda hatta anne karnında iken bile bilinçaltına neler kodlandı, ebeveynlerinden, öğretmenlerinden, arkadaşlarından neler duydu, neleri işittikçe bilinçaltı kaydetti, neler yaşadı da şu an geçmişinin izlerini, travmatik etkilerini bugününde de yaşıyor? Bugün yaşadığı sıkıntıların aslında kök sebebi ne? Düşündüklerini bir mıknatıs gibi kendine çektiğine, korktukça korkularını yaşadığına şahit mi oldu?


Bilinçaltı nedir?

Bilinçaltımız geniş bir bilgi bankasıdır ve zihnimizin en önemli kısmıdır. Bilinçaltı; anne karnından bugüne kadar olan hayatımız süresindeki kalıplarımızın, hayallerimizin, duygularımızın, algılarımızın, değerlerimizin, inançlarımızın kaydedildiği, depolandığı yerdir. Bilinçaltı yirmi dört saat faaliyettedir; uyumaz, gece bilinç uykudayken bile bilinçaltı çalışmaya devam eder. Bilinçaltı sorgulamaz, muhakeme etmez, eleştirmez; sadece kaydeder. İyi ve kötüyü ayırt etmez. Olumsuz yönergeleri algılayamaz. Geçmişi referans alır. Doğru ya da yanlış ayırmadan korumacı bir tavrı vardır. Acelecidir, beklemeyi sevmez.



Bilinçaltı korkuları:

Kaybetme korkusu

Reddedilme korkusu

Terk edilme korkusu

Değişim korkusu

Değersizlik korkusu

Dışlanma korkusu

Yalnızlık korkusu

Acizlik korkusu

Sevilmeme korkusu

Aldatılma korkusu

Parasızlık korkusu

Başarısızlık korkusu

Yetersizlik korkusu

Güvensizlik korkusu

Suçlanma korkusu

Gelecek korkusu

Ölüm korkusu

Çaresizlik korkusu

Hata yapma korkusu

Hasta olma korkusu

Kabul görmeme korkusu

Bilinçaltı korkularının sanıldığından çok daha fazla rolü vardır insanın hayatında… Bilinçaltı, bilinç farkında olmadan kayda devam edebilir.

Mesela, hiç düşündünüz mü; neden paranızın bereketi yok ya da kazandığınız para geldiği gibi gidiyor? Para ile ilgili inançlarınız neler? Acaba çocukluğunuzda birileri bilinçaltına paranın zor kazanıldığını mı kodladı? Ya da paranın insanın elinin kiri olduğunu veya parayla saadet olmadığını mı yoksa paranın aslanın ağzında olduğunu mu? Bir düşünün, büyüklerinizin sizin yanınızda ya da size hiç bu sözleri söylemiş miydi? Ya da birçok başka sözü? Veya bilinçaltınıza korku olarak yerleşen ne tür olaylar yaşamış olabilirsiniz.

Bilinçaltı korkuları insanı sabote eder. Diğer sabote eden de nedir biliyor musunuz? Olumsuz düşündüğünde olumsuz enerji üretirsiniz. İnsanlar genelde ya inandıklarını ya da korkuları ile kendilerine çektiklerini yaşarlar.

Nasıl mı?

Kişi, başka bir insanla ile ilgili sürekli şüpheli ve takıntılı düşünceler yaratıyor, kafasında kuruyor, ağzından bu düşünceler ile ilgili olumsuz sözler çok çıkartıyor ve bunu devamlı tekrar ediyor diyelim. Mesela, ya bana yalan söylerse, ya beni bırakırsa, ya beni sevmiyorsa… Bir şeyi kırk kere söylesen olur derler. Bu sözleri, bu düşünceleri kişi devamlı evirip çevirdikçe karşıdakine aslında ne diyor, ne mesaj gönderiyor biliyor musunuz? Gel beni sevme, gel beni terk et, gel bana yalan söyle… Kısaca gel beni üz.
Olumlu düşünmenin önemini kavrayıncaya kadar da bunları yaşayacak, bu nedenle de aşamadığı çoğu sınırı da hep kendi koyacak; işte bu...



Aslında bu tür düşünce yapısı ile yaşamanın, bu tür aşırı beklentili ve takıntılı davranışların, karşı tarafın üzerinde fazla kontrol kurmaya çalışmanın diğer bir sebebi de bilinçaltına yerleşmiş değersizlik, kaybetme, yalnız kalma, terk edilme ve sevilmeme korkusu olabilir. Karşısına gelen insanlar değişir ama olayın kendisi değişmez.

İstiyorum, istiyorum diyoruz ama olmuyor; niye? İstemeyi doğru şekilde yapıyor muyuz? Ya da isterken şükretmeyi de hatırlıyor muyuz? İstediğimiz şey hakkında en ufak bir kararsızlığımız ya da korkumuz varsa, bu karasızlığın, korkunun bütüne de olumsuz enerji ile yansıyacağını hiç düşünüyor muyuz?

Aniden ve anlamsızca biten ilişkiler sürekli yaşanıyorsa ya da mesela istiyor ama bir türlü bir ilişki yaşayamıyor hatta evlenemiyorsa insan? Ya da var olan evliliğinde mutsuz ise?



Geçmişin bittiğini, geçmişte yaşadıklarının etkisini taşıdığı sürece anda gelecek güzellikleri de yok ettiğini, her şeyin aslında bu anda olduğunu kabullenemiyorsa? Suçlanma korkusu varsa?

Ya da başarısızlık, parasızlık korkusu?

Bereketinde, kariyerinde bu korkuları yüzünden sorunlar yaşıyorsa?

Veya hep yanlış insanların kendisini bulduğunu düşünüyorsa? Değersizlik hissi varsa? Ya da kaybetme, terk edilme korkusu?



Belki de, kişinin başına gelen bu saydığım olayların birçoğunun ve sürekli kendisini sabote etmesinin kök sebebi bilinçaltına kodladığı korkuları yüzündendir.

Kişi, korkularının neler olduğunu; gerekirse uzman yardımı da alarak bulabilmeli, bilinçaltını, belki de hayatını bugüne kadar yöneten korkularından ve geçmişindeki kalıplardan temizlemeli, yerine olumlu düşünceleri yerleştirmeli, bunun için emek vermek zorunda olsa da bunu deneyebilmeli ve bilinçaltı ile işbirliği yapmalı, değişime direnmemeli, arınmalı, hayatında sürekli sıkıntı çekiyorsa uyanıp kim olduğunu hatırlamalı, olumlu düşüncenin ve sözlerin gücüne inanmalı…

Kişi, istemediği aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamaktan belki de hayata farklı bir açıdan bakmaya veya kendiyle mücadelesine başlayabildiği zaman kurtulabilecektir.

İşte o zaman kendisi için hayırlı insanları, hayırlı olayları kendine çekmeye başlayacak. Önce kendine yatırım yaparak…

alıntıdır

Neden hep yanlış insanları buluyorum?


Neden evlenemiyorum? Neden benimde bir birlikteliğim yok? Neden hep yanlış insanları buluyorum ve yürümüyor? Bunları düşünerek üzülmeyin… Çünkü her şeyin bir anlamı var.



Kimi zaman sonuçlarını düşünmeyerek çok istediğimiz bir insanın, bir olayın bazen bize gelmiyor olabilmesinin sebebi; belki de daha hayırlı olduğu için olmamış/olmuyor olması…

Doğru insan ne zaman gelir? İnsan kendiyle mutlu olabildiği ve kendi içinde, kendi hayatında yaşadıkları ve yaptıkları ile doğru olabildiği zaman, aşk ve ilişkilerde takıntı yapmadığı ve akışına bıraktığı zaman, hayatını sadece aşktan gelecek mutluluğa bağlamadığı zaman, aramadığı zaman gerçek aşk gelir ve onu bir şekilde bulur. Mutlu bir hayat yaşamak, kendiyle mutlu olabilmek için evlilik ya da bir insanın erkek/kadın varlığı bir şart değil… Elbette olması güzel olabilir hele ki iki tarafın da keyif aldığı, her şeyi paylaşabildiği, varlığından heyecan duyduğu bir beraberlik ise, ama olmuyorsa ya da olamıyorsa da takıntı yapıp hayatını zindan etmek ve hayatın güzelliklerini yaşayamadan es geçmek sadece giden zamanın düşmanı… O zaman biraz kendi içine dönmeli insan… Neden olamıyor belki de kendi içinde gizlidir.

Ne zaman ki kendinizle uğraşmaya, kendinizi geliştirmeye ve kendiniz için yatırım yapmaya başlıyor, hedefler koyuyor ve bu hedeflerin coşkusu ve her güne katacağınız birçok şey olduğu heyecanı ile her sabah uyanmaya başlıyorsunuz, işte o zaman hayata yüklediğiniz anlamlar da değişebiliyor.

Dans etmeye başlamak, yazı yazmak, resim yapmak, fotoğraf çekmek gibi değişik hobiler kazanmak (spor, sanat aklınıza ne gelirse…), tiyatroya gitmek, kafanızda ürettiğiniz fikirleri projeye sonra da gerçeğe dönüştürebilmek… Aile ile daha çok vakit geçirmek, arkadaşlara daha çok vakit ayırmak, daha sosyal olabilmek…

İnsan kendiyle uğraşmaya, kendini daha çok geliştirmek için merak duymaya, bir fikrini projeye sonrada gerçeğe dönüştürebilmeye bir alışıp bağlandı mı başkalarında aramamaya başlıyor mutluluğu… Ya da hayatın anlamına birilerinin varlığına bağlayarak yaşamamaya…

İnsan kendini besledikçe kafasında büyütüp takıntı yaptığı diğer konuların gücünü hafifletebiliyor. Gerisi de zamana ve akışa bırakmak…

Her sevgi değer vermeyi bilmez. Elbette biz insanların çoğunluğu sevdiğimiz kadar sevilmek ya da verdiğimiz değer kadar değer görmek isteriz. Ama bu çok da mümkün değil… Çünkü her insanın yaradılışı farklı… Bunu kabullenmediği sürece insan ne aşk, ne iş, ne de sosyal hayatta rahat edemiyor: hep kendisi gibi birilerini bekliyor etrafında…

Bulamayınca da umutsuzluğa düşüyor. Kendimizi değersiz hissetmeye başladığımız anların çoğu: yaşanan ilişkilerin sonucunda ortaya çıkıyor. Bu bir duygu ama bu geçici duygu dalgalanması insanı değersiz olduğunun gerçeği değil, sadece ilgisizlik gördüğü, sevdiği kadar sevilmediği ya da ilgi gösterdiği kadar ya da hiç ilgi görmediği bir ilişkiden çıkmışlığın verdiği geçici bir duygusal yük üstüne yüklediği…

Halbuki; her insan kendince değerlidir eğer bir an bile kendini değersiz hissetmiş ise bu karşınındakine ona değersiz hissettirme fırsatını verdiği için de olmuş olamaz mı?

İnsan kendini sevdiğinde ve kendiyle barışık olduğunda, kendini başka yönlere odakladığında eğer kısmetinde varsa aşk da sevgi de gelip onu buluyor. Ne zaman takıntı yapıyor, üstüne gidiyor genelde sonuçlar başarısız…

Mutluluk ya da hayatın anlamı tek bir insana yüklediğimiz anlamda değil; öncelikle kendi var oluşumuza yüklediğimiz anlamda… Kendisini seven insan bir başkasına da gerçek anlamda bu sevgiyi verebilir. Kendisiyle mutlu olmayı başarabilen insan bu mutluluğu başkalarına verebilir.

Birilerine bir sorunun mu var ya da neden mutsuzsun diye sorsanız: hep onun yüzünden cevabı çoğunluktadır. İnsanlar hep başka birilerine yükledikleri anlam yüzünden acı çekiyorlar kimi zaman…

Hayat sürprizlerle dolu ve hiçbirimiz yarın ne olacağına çok net bilemiyoruz. Kendi ile beslenmeyi başarınca ve eğer de kısmetin de varsa aşk ya da aranılan insan gerçekten bir gün, bir şekilde gelip insanı buluyor.



Elden akıp giden zaman ise; asla bir daha geri gelmiyor…

Aynı tarzdaki beraberlik modelini, farklı insanlarla yaşamak ve sonucun çoğunlukla başarısız olması:

Belki de en büyük sorun bir ilişkiden ne beklediğimizi tam olarak düşünmeden bir ilişkiye başlamamız kimi zaman… Başlangıçta pembe gözlüklerle baktığımız insanlar neden bir süre geçtikten sonra farklı gelmeye başlar.

Aslında o insan başta da, sonda da aynı insandır. Tek fark bizim ilk başta duyduğumuz heyecan ya da o kişiyi eşsizleştirdiğimiz inancı ile net olarak göremeyişimiz ya da görmek istemediğimizdir gerçek olan… Çokça duyulur şu sözler: ama başta böyle değildi, çok değişti. Belki de değişmemiştir; bizim bakış açımızdaki fluluk aydınlanmıştır ilk sarhoşluğumuz geçince…

Aşırı beklentilerle başlanan birlikteliklerin genelde sonu hüsranla bitiyor. Neden derseniz; birincisi ne istediğimizi belki bilmiyoruz, ikincisi bazen öyle bir duygusal açlıkla başlıyoruz ki bir ilişkiye; vermemiz gerekenden aşırısını veriyoruz karşı tarafa-dengeyi kurmanın gizemini unutuyoruz, daha ilk günden ilgimizle boğuyoruz.

Üçüncüsü; her insanın farklı yaradılış ve yapıda olduğunu anımsamıyor, herkesin bizim gibi olamayacağı detayını kaçırıyor sonra da hayal kırıklığına uğruyoruz.

Bir ilişkinin sağlam ilerlemesindeki en büyük sorun; karşı tarafın karakter yapısını değiştirme çabasının rafa kaldırılamaması… Elbette ki farklı bakış açıları paylaşılarak ortak bir noktayı seçmek mümkün… Ama karakter yapısı; burada biraz sınırları zorlamamak lazım gibi geliyor bana…

Diğer bir sorun da; beklentiler üzerine kurulabilen birliktelikler ya da farklı beklentiler üzerine kurulmaya ve sürdürülmeye uğraşılan ilişkiler… Bir taraf evlilik düşünüyor, diğer taraf düşünmüyorsa; ve sizin hedefiniz evlilik ise? Zamanla ilişki ilerledikçe bu beklentiniz iyice açığa çıkmaya başladığında karşı tarafa farkında ya da farkında olmadan yapılan baskılarla sonunda biten ilişkiler gibi…

Kimse fazla sorgulanmak, hayatına olması gereğinden fazla müdahale edilmek ya da sürekli yargılanmak istemiyor. Bir ilişki ya da evlilikte her şeyi beraber yapmalıyız düşüncesi o ilişkiyi zamanla yorar ve kimi zaman da özlemleri yok eder.

Eğer mutlu ve devamlı bir ilişki isteniyorsa önce insanın kendisini tam olarak çözmüş olması çok önemli: ben ne istiyorum, bir ilişkiye ne katabilirim, karşı tarafın duygusal gereksinimlerini nasıl karşılayabilirim, uyumlu bir beraberlik kurabileceğim yapıda bir insan mı, ben ona uyum sağlayabilecek miyim?

Bir insanla doğru iletişim kurabilmek için unutulmaması gereken en önemli kriter empati kurmak.

Aradığımız gibi bir partneri kendimize çekebilmenin en güzel yöntemi: aradığımız partner niteliklerini kendimizde de taşıyor muyuz sorusuna verebildiğimiz cevap…

İlk tanışma sonrası bir ilişkiye başlamaya karar verirken belki de dikkatimizi çeken şey; karşı tarafın kendimize benzer yanlarını fark etmiş olmamız. Çünkü onlarla daha kolay ve rahat bağlantı kurabiliyoruz, yanlarında kendimiz gibi olabiliyor ve rahat hissediyoruz. Zaten yanında “ben” olamadığımız insanları baştan eliyoruz kimi zaman…

Peki, güzel başlayan bir şeyleri nasıl ilerletiyoruz? Başladığı gibi sürebiliyor mu? Yoksa verilen emek ve zamandan sonra elimize kalan düş kırıklıkları mı? Bunda karşı tarafa yüklediğimiz pay yanında, bizim payımız acaba nedir?



Dilimizden düşmeyen üç kelime: doğru insan kalmamış… Doğru insanlar inanın hala var; sadece doğru yaşanamayan ilişki yapıları en büyük engel… Umutsuzluğa kapılıyoruz kimi zaman; ne zaman o doğru insan çıkacak ki bekleyişlerimiz?

İlişkilerimizdeki en büyük sorunumuz doğru insanı arayışların yanında bu bekli de; çözüm bekleyen: ilişkilerin iç dinamiğinin yapısına katılanlar… İlişkilerimizin yapısında yürümeyen şeylerin farkındalığına varmak ve yürümeye engeller neler ise biraz kendi içimizde değiştirilebilme çabası olabilir mi?

Doğru insan kriterimiz karşımıza çıktığında, doğru ilişki dinamiği karşılıklı yakalanabildiğinde yürüyebilen sağlıklı ilişkilerin sürdürülebilirliğin sırrı belki de buradadır.

alıntıdır

Karşı tarafı hayatının merkezi yapmak ilişkileri yıpratıyor ve bitirebiliyor


Karşı tarafı hayatının merkezi yapmak. Birçok ilişkinin kısa sürmesindeki ya da tek tarafın çabası ile ilerlemesindeki en büyük sebep; bu hataya düşmek…



Birlikte olduğu insanı hayatının merkezi yapmak birçok kişinin yaşadığı bir durum. Sevgili ya da eş rolü; hayatımızda var olan rollerden sadece biri… Ebeveyn rolü, evlat rolü, çalışan rolü, arkadaş rolü ve diğer roller… Sahip olunan rollerin enerjisel ve zamansal paylaştırılmasında yaşanabilen dengesizlik yaşanan ilişkinin kalitesine ve dengesine de yansıyabiliyor.

Bir partner olmak; hayattaki tek rol değil… Bir ilişkiyi insanın her şeyi yapması hem kendisini hem de karşısındaki kişiyi zamanla boğabiliyor. Sorgulamalar, yargılamalar ve sonucunda da yıpranmalar başlayabiliyor. Hem kişilerde hem de yaşanan ilişkinin kalitesinde ve sürdürülebilirliğinde…

Her insanın kendi kişisel alanı ve kişisel bir hayatı var. Birini sevmek; onu hayatının merkezi haline getirme algısını yaratmamalı. Bir kişiye ya da bir olaya olması gerektiğinden çok fazla enerji yüklemek ve tüm enerjisini bir ilişkiye adamak o ilişkiyi ve kişiyi kendinden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Kendi içinde tam ve bütün olmayı başarabilen kişi zaten enerjisinin büyük kısmını kendi için öncelikle harcamayı bilir. Kendi içinde mutlu olabilmeyi başardığında zaten başka şeylerden ya da kişilerden aradığı mutluluğu beklemeyecektir. İlişkisini kaliteli yaşayabilen insanlar; önce kendisi ile meşgul olmayı, hayatındaki tüm rolleri dengede tutmayı ve kendi hayatında tek başına da olsa düzeni oturtmuş insanlar.
“Karşı tarafı hayatının merkezi yapmak” nelere sebep olur?

Karşı tarafın her dakika diğer tarafı düşünmesi ya da her anını onunla paylaşması beklentisi ilişkiyi yıpratabilen en önemli sorunlardan birisi… Kendi yaşantısının her alanını karşı tarafın doldurması beklentisi zamanla hem bu beklentide olanı hem de karşısındakini yormaya başlar. Bu beklentinin altında yatan kök sebep aslında kişinin bilinçaltına kodlanmış kaybetme, aldatılma, sevilmeme, değersizlik ve yalnız kalma korkusudur.

Eğer sürekli başlamadan biten ya da başlasa da fazla sürmeyen ilişkileri çok fazla yaşıyorsanız kendi içinize dönüp bu korkular var mı bir düşünün. Sürekli düzeltmeniz gereken ya da sizdeki eksik yönleri yansıtan tipte insanları hayatınıza çekiyorsanız belki de önce kendinizle yüzleşmeniz ve kendinize odaklanmanız gerekiyor.

Unutmayın, hayatınıza çektiğimiz her insanın bir anlamı var aslında; sizi size aynalamak. Neden hep benim başıma geliyor, neden hep yanlış insanları buluyorum diyerek kendinizi hırpalamak yerine, biraz içinize dönüp sorunun kaynağına yönelin. Davranışlarınız ve enerjiniz değiştiğinde size gelenlerin de değiştiğine şahit olacaksınız. Bunun için önce farkına varmanız, sonra kabullenmeniz ve devamında ne gerekiyorsa değiştirmek için önce kendinizle biraz uğraşmanız gerekiyor.

Her insanın kendini mutlu hissettiği ya da ihtiyaç duyduğu yalnız kalma ya da kendi hobileri, kendi ailesi, arkadaşları ya da işi ile ilgili ayırması gereken zamanları olabilir. Bu karşı tarafı sevmediği ya da önemsemediği anlamına gelmemeli. Ya da diğer tarafın buna bir anlam yükleyerek diğer tarafı boğması, ben merkezci beklentilerini karşı tarafa gereğinden fazla yansıtması gibi…

Karşı tarafın hayatındaki en önemli kişi olma beklentisi ilişkinin temel amacı haline dönüştüğünde dengeler ciddi anlamda sarsılabilir. Buna karşılık insanın hem kendisinin hem de karşısındaki kişinin hayat amacında farklı rolleri de olduğunu kabullenebilmesi ilişkiyi olumlu anlamda besleyebilir. Tabi ki bu durumda da, diğer rollerdeki denge kurulurken partner olma rolünün de dengede tutulabilmesi önemli…

Tek bir role -bu hangisi olursa olsun- endekslenmek diğer rollerin de paylaşım dengesini bozabilir.Bir ilişki yaşarken ya da evlenildiğinde; her şeyi birlikte yapma beklentisi iki tarafı da zamanla birbirinden aksine uzaklaştırabiliyor. Karşı tarafı hayatının merkezine oturtma ihtiyacı; bir tarafın ilgisi ile kişinin değerinin beslenmesi ihtiyacından kaynaklanıyor olabilir. Ya da kendisini daha güvende ve değerli hissetme ihtiyacı…

Erkekler baskılanmaktan, sorgulanmaktan, her yaptığını rapor etmekten, suçlanmaktan ve fazla konuşulmasından hiç de haz almazlar. Karşı tarafı hayatının merkezi yapmak zamanla baskıları, sorgulamaları ve suçlamaları arttırır. Bir kadın bu istenilmeyen davranışların dozunu arttırdığında, bu durum da erkeği boğar ve uzaklaştırır. Bırakın bir ilişki içinde kalmayı, bir ilişkiye başlamadan kaçmasına sebep olur.



Daha ilk görüşmelerde bile bunu yapıyorsanız, karşı tarafı bir anda odağınız haline getiriyorsanız baştan hatayı yaptınız demektir. Kadınlar da aynı durumların kendisine yapılmasından hoşlanmaz fakat gerçekçi bakıldığında kadınlar, erkeklere bu davranışları maalesef daha çok sergiliyor.
Bir ilişki neden bağımlılık haline gelir?

Her ne olursa olsun; her insanın farklı yönlerinin ya da kendisine ait bir kişisel alanlarının olduğunun kabullenilerek ilişkilerin yaşanması, ilişkilerin bağımlılığa dönüşmesini de engelleyebilir.

Beklenti üzerine kurulan ilişkilerin daha kısa ömürlü olması ihtimali hep vardır. Aşırı beklentiler beslenmedikçe, bu beklentilerini karşılatabilmek için kişi karşı tarafın üstüne daha çok düşmeye başlayabiliyor.

Bu beklentiler neler olabilir?

Karşıdaki kişinin diğer tarafın sevdiği derece kadar sevmesi beklentisi…

Kendi eksik taraflarını bir başkasının tamamlayabileceği beklentisi…

Karşılık umarak karşı tarafa bir şeyler yapma ve aynı şeylerin kendisine de aynı derecede yaşatılması beklentisi…

Bir tarafın ilgisi diğerinden daha az olduğunda karşı tarafa verilen ilginin derecesi ile aynı ilgiyi bekleme beklentisi…

Her şeyi birlikte yapma beklentisi…

Sürekli ilgi görme beklentisi…

Değerli hissettirilme beklentisi…

Kendini ifade etmeden anlaşılma beklentisi…

Karşı tarafı değiştirme beklentisi…

Bu beklentiler; ilişkilere ben merkezci yaklaşımlar ile ya da karşı tarafı hayatının odak noktası yapması ile de artabilen beklentilerdir.

Tabi ki her insanın beklentileri ya da doyurulması gereken ihtiyaçları olabilir. Bağımlılığa dönüşüm çok daha farklı bir durum…

Bu ihtiyaçlar ve beklentiler çok fazla ise; beslenmedikçe ya da beklenenin altında doyuruldukça, daha çok ihtiyaç içinde olan kişi ilişkiyi ve karşısındaki insanı takıntı yapmaya başlayabiliyor. Bu durum bu alışkanlığı geliştiren kadar, etkilerinin yaşatıldığı kişiyi de yıpratıyor. Zamanla boğulan partner her ne kadar içinde bazı duygular hala kalsa da kaçmayı ve daha huzurlu, kendisine odaklı bir hayat yaşamayı tercih ediyor.
“Karşı tarafı hayatının merkezi yapmak” nasıl yok edilir?

Değiştikçe özgürleşirsiniz. Kendi hayatınızın ne kadar değerli olduğunu anlarsınız. Kendi içinize yöneldiğinizde ve yürümediğini düşündüğünüz her şeyi değiştirmek için emek harcadığınızda kendinize güzel olayları ve doğru insanları çekmeye başladığınızı görürsünüz. Önce kendinizi özgürleştirin; size çelme takan, ilerlemenize engel olan, ilişkilerinizi yıpratan, sizi mutsuz eden her şeyden özgürleşin.



Aslında kimi zaman karşı tarafı hayatın merkezi yapmak hatasına düşmenin en büyük sebebi kendinden ve kendi hayatından fazla uzaklaşmış olmak. Önce kendi hayatınızı düzene sokarsanız, hedefleriniz olursa o zaman kendi hayatınıza daha fazla odaklanır, kendinizi daha çok seversiniz. Kendi içinde mutlu olamayan bir insan, başkasını nasıl mutlu edebilir, onun sundukları ile nasıl yetinebilir? Doğru insanı kendine çekmek için önce kendi doğru insan olmak; bu çok önemli.

Kendi kişiliğinin ve kişisel hayatındaki rol dengelerinin kaybedilmediği, karşı tarafın da aynı şekilde partner olmak kadar diğer rollerinin olduğunun da kabullenilebilmesi, en önemlisi de onun da kişisel alanlarının olduğunun farkındalığı ile ilişkinin yaşanabilmesi ilişkilerin kalitesini ve uzun ömürlü olabilme ihtimalini arttırabiliyor.

Yaşanan tecrübeler sonrasında kişi eğer yaşadığı bazı tecrübelerde kendi bakış açılarının ya da davranışlarının negatif etkiler doğurduğunu fark ediyorsa ve bu anlamda kendisinde bazı değişimler yapması gereğini hissediyorsa uyguladığı stratejilerdeki davranış ve düşünce modellerini esnetebilmesi ve değiştirebilmesi mümkün.

Çoğunlukla insan yaşadığı alan ya da alıştığı davranış modellerinden çıkmanın hayat konforunu bozacağını düşünebilir. Bu durum değişim konusunda aslında kişinin kendine koyduğu bir engeldir. Herkes hata yapabilir, herkes yanlış davranış modellerinde bulunabilir ama bu demek değildir ki bütün hayatı boyunca böyle kalmalı, ya da kalabilir. Halbuki mevcut durumu belki de çok da istediği gibi değildir; ya da çevresindeki insanlar belki de onun bu durumundan hoşnut değildir.

Kişi, yanlış izlediği stratejilerle hem kendine hem de etrafına zarar verdiğinin farkındalığına vardığında ve bu durumdan memnuniyetsizlik yaşıyor ve yaşatıyorsa: kendisi bu akışa dur diyebilir. Mevcut davranış modelleri ya da bakış açıları pozitif sonuçlar vermiyor ise değişim gereği ortaya çıkabilir.

Her koşulda burada tamamen kişinin kendi iç dünyasına inerek, objektif olarak kendisini analiz etmesi, kişinin öncelikle kendiyle bağlantı kurabilmesi ve davranış seçimlerinin sonuçlardan ne kadar memnuniyet ya da memnuniyetsizlik duyduğu değişim ihtiyacını getirebilir.

Değişim; ancak insanın kendi olumsuz davranışlarından kurtulabilme isteği ve çabası, en önemlisi de bu değişim ihtiyacını kendisinin hissetmesi ve istekli olması ile mümkün.Seçimler ve fırsatlar hayatın ne yönde gideceğini etkiliyor. Kişinin verdiği kararlar hayatının akışını belirleyebiliyor. Kişi isterse kendi hayatını yönetebilir.

Buradaki en önemli kriter her şeyin dozunun iyi ayarlanabilmesi ve insanın öncelikle olarak kendi hayatına odaklanması…

Güne dinç başlamanın 7 yolu





Sabahları uyanmak size işkence gibi geliyor ve yatağınızdan ayrılmak istemiyorsanız güne dinç başlamanın 7 yolu sizin için en doğru tercih olacaktır. Bunları uyguladığınız takdirde çalar saatinizi erteleme alışkanlığı bırakacak ve olası sorunlardan kurtulacaksınız.
Her gün aynı saatte uyanmaya gayret edin: Özellikle hafta sonları fazladan uyumak uyku düzeninizin bozulmasına ve daha geç uyanmanıza neden olacaktır. Daha rahat ve dinç uyanabilmeniz için vücudunuzun belli bir saatte uyanmaya alışması gerekli. Böylece bir süre sonra çalar saat olmadan da vücudunuz aynı saatte uyanmaya meyilli hale gelecektir.
Alarmı erteleme huyunuzdan vazgeçin: Sabah alarmı erteleme ya da 5’er dakika aralıklarla alarm kurmanız uyanmanıza engel olacaktır. Bu yüzden alarmınız çaldığında ne kadar zorlanırsanız zorlanın ayağa kalkmaya çalışın.
Güneşle haşır neşir olun: Karanlık odada uyumak ne kadar kolaysa uyanmak da o kadar zordur. Bu nedenle aydınlık bir odada güne başlayarak sabah güneşinin uyandırıcı etkisinden faydalanın. Güneş ışınları melatonin salgılanmasına yardımcı olacağından sizi gün boyu zinde tutacaktır. Bunun için perdelerinizi aralayarak uyumayı tercih edebilirsiniz
Uyanır uyanmaz bir bardak su için: Sabah kalktığınızda ilk işiniz su içmek olsun. Su içmek vücudunuzun uyku sırasında kaybettiği suyun tekrar kazanılmasını sağlar. Bu sayede bedeninizin susuzluk sebebi ile kaybettiği enerjiyi geri kazanabilirsiniz. Ayrıca su, metabolizmanızın hızlanmasına da yardımcı olur.


Kahvaltıda proteine önem verin: Kahvaltıda karbonhidrata ağırlık vermeniz vücudunuzun daha tembel hissetmesine neden olacaktır. Bu sebeple ağır karbonhidratlar yerine protein bakımından zengin olan yoğurt, peynir, süt ve yumurta gibi besinleri barındıran bir kahvaltı yapın.




Alarmınız için doğru müzik seçin: Sabahları alarmınızın sizi rahatsız edici şekilde çalması sizi alarmınızı durdurmaya veya ertelemeye itecektir. Bu sebeple alarm olarak sevdiğiniz, sizi neşelendirecek bir müziği tercih edebilirsiniz. Güne enerjik başlamak için enerji dolu bir şarkıyı alarm sesi yapmanızda fayda var.
Sabahları hareket edin: Sabahları güne hareketsiz ve ağır şekilde başlamanız uyanmanızı geciktirecektir. Güne daha enerjik ve rahat başlayabilmek için biraz hareket gerek. Bunu sabah yatağınızdan kalkıp pencerenizi açarak ya da balkona çıkıp günü selamlayarak yapabilirsiniz.

alıntıdır

Enerjiniz nasıl? Yaydığınız enerji size neleri çeker?

“İçsel yolculuk, korkularımızı nasıl anlarız, varsa nasıl sevgiye dönüştüreceğiz? Hangi korku neyle ilgili, nelere sebep oluyor? Negatif inançlar nasıl yok edilebilir? Yazı dizimizin ikinci bölümünde nasıl bir enerji yayıyoruz, yaydığımız enerji bize neleri çekiyor konusunda değineceğiz.”



Aslında her şeyin bir çözümü var önemli olan soruna değil, çözüme odaklanmak ve tabi ki öncelikle farkında olmak.

Farkında olmanın ilk adımı; benim hayatıma çektiğim insanlarda hep bana sıkıntı veren durumlar varsa, ben bu insanları kendime neden çekiyorum? İşte önce bu soruyu kendine sormakla başlamak gerek.

Bir gerçeği çok iyi anlamak da ikinci adım; ben bu insanları bana aynalık yapmaları için mi devamlı kendime çekiyorum? O insanlar acaba bendeki bazı eksiklikleri ya da içimde çözülmeyi bekleyen tamamlanmamış duygularımı mı, korkularımı bana göstermek için mi sürekli hayatıma geliyorlar? Bana anlatmak, göstermek istedikleri bir şey mi var? Sorunun cevabı, kesinlikle evet…

En çok karşılaştığımız yakınma. Adam gibi adam, kadın gibi kadın kalmamış. Peki, güzel, şimdi önce bir tarafsız bakalım olaya. Acaba biz adam gibi adam, kadın gibi kadın mıyız? Hiç kimse kendinde bazı eksiklerin ya da davranışlarındaki hataların yükünü kendine mal etmez. Çoğunlukla inanmak istediğimiz bir gerçek vardır; hep karşımıza gelenlerde bir hata aramak. Örneğin, hep bize yalan söyleyen tipteki insanlar geliyorsa, şöyle bir gerçekçi düşünelim; acaba biz çok mu yalan söylüyoruz?

Veya bize hep ilgi göstermeyen, değersiz hissettiren insanlar geliyorsa; acaba bizim bilinçaltımıza çocukluktan bu yana kodlanmış değersizlik korkumuz mu devreye giriyor. Başlangıçta bize ilgi gösteren hatta bunun aşırısını yapan insanlara biz normal davranırken her şey yolunda. Bu noktaya dikkat; biz o insandan etkilenmeye başlayıp, yakınlaştığımızı hissettiğimizde o değersizlik korkumuz tetiklenmeye başlar. Yaydığımız enerji, değersizlik korkumuzun endişelerinin güçlü çekimi bir bakarsınız o insanın bize olan ilgisini her geçen gün düşürüyor. Ve daha da kötüsü, biz o kadar üstüne düşüp, değer arayışına girince bir bakıyorsunuz kaçmaya başlıyor.

Burada neden ben hep değer vermeyen insanları çekiyorum, hep ilgisizler dediğinizde, lütfen bunu bir düşünün. Benim yaydığım hangi enerji, hangi kodladığım düşünceler buna sebep oluyor. Bunun cevabını bulduğunuzda yapacak tek şey var; kendi içinize yönelmek ve bu duyguları, kodları temizlemek. Tabi ki bir anda parmağı şıklattım da, ben çözdüm olayı ile olmuyor. Zamanla, korkuları ve kodları temizledikçe gelen insanlarda değişmeler fark ediyorsunuz. Bu sürecin bitimi sizin kendi içinizde tam ve bütün olmayı, korkuları tamamen temizlemeyi başardığınızda son buluyor. Bir bakıyorsunuz artık istemediğiniz tipte insanlar size gelmemeye başlıyor.

Nasıl bir enerji yayarsanız sizin yaşam çemberinize o enerjiye uygun insanlar çekilir. Bu yaşadığınız her sıkıntıdaki kaynak için geçerli; parasızlık, başarısızlık, yürümeyen ilişkiler hatta başlayamayan, ilişkiler, sosyal hayatınızda rast geldiğiniz ve beş dakika sonra bir daha görmeyeceğiniz insanlar.

Enerjinizi değiştirebileceğiniz yöntemler var. Birkaçından bahsedelim. Biraz rahatlayabilirsiniz bunu duyunca. Şunu unutmadan; bunlar sadece başlangıç adımları…



1. Öncelikle yakınmayı bırakın. Yakındıkça ağzınızdan çıkan sözler, kafanızdan geçirdiğiniz düşünceler o yakındıklarınızı size getiriyor.

2. Hayatınıza çektiğiniz insanların birer ayna olduğunu unutmayın. Hiç merak etmediniz mi bu insanlar neden hayatınızdan geçiyor? Sizin hayatınıza dokunmak ve size değiştirmeniz gereken şeyleri fark ettirmek için. Bu insanlar bana hangi değiştirmem özelliğim ya da davranışım veya bakış açım için bana aynalık yapıyorlar. Size gelen insanların ortak özelliklerine odaklanıp, bunu bulun. Hatta onlara içinizden teşekkür edin, sizde yarattıkları farkındalık için.

3. Affetmediğiniz her olayın enerjisi, o insanlar hayatınızdan gitse de sizin hayatınızda devam eder. İnanın sokakta yürürken canınızı sıkan bir insana kızgınlığınız bile o olumsuz enerjiyi üstünüze yapıştırabilir. Affetmek, yüzüne söyleyerek değil tabi, kim bilir sizi ne yaptı da bu kadar üzdü, ya da kızdırdı. Kendi içinizde onu, onları affedin ve hayatınızdan enerjisini yollayın. Yarım bırakılmış her şey sizin şu anki hayatınızda etkisini sürdürür. “Seni affediyorum, sana teşekkür ediyorum. Bana değiştirmem gereken inanç ve davranışlarım konusunda aynalık ettiğin için sana minnettarım. Sana beni üzme şansı verdiğim için kendimi de affediyorum. Yolumuz açık olsun.”

4. Olumlu düşünmeye ve olumlu sözler ağzınızdan çıkarmaya çalışın. Bu çok önemli… Deneyin göreceksiniz. Ne enerji yayarsanız, karşınıza o gelir. Neyden çok korkarsanız, onu yaşarsınız. Neyi çok takıntı yaparsanız sizden o kadar uzaklaşır. “Bak gene terk edileceğim, bak bu da aldatacak hepsi aynı değil mi, bak gene para geldiği gibi gidecek, bak kesin bu işi başkasına verirler, ben de şans olsa…” Bu tarz kelime ve cümleler yasak.

5. Değiştim diyerek insanlara sözle bunu anlatmaya uğraşmayın. Ancak siz gerçekten değiştirdiğiniz yönlerinizi davranışlarınızla gösterebilirsiniz. Sözler uçar gider, davranışların etkisi kalır. Özellikle bu durum biten ilişkilerde taraflardan birinin diğerini ikna etmek için kullandığı kelimelerdir: “Bak, ben değiştim. Hiçbir şey eskisi gibi olayacak. Bak hatta ağzımla kuş bile tutacağım.” Sözle ikna etmek zordur. Gerçekten bir şeylerin farkına varıp, gerçekten değiştirmeniz gereken davranışları değiştirdiyseniz bunu yaşatarak gösterin.

6. Karşınızdaki insanı bir konuda ya da davranışında fazla suçluyor, yargılıyor ya da her söylediğine bir anlam yüklemeye çalışıyorsanız, bilinçaltında suçlanma korkunuz olabilir. Suçlanma korkusu ile siz karşınızdaki farkında olmadan fazla irdeliyor, bir davranışının ya da sözünü bu yönde çekebiliyor olabilirsiniz. Kısaca karşıdakinde bir eksiklik ararken, gene biraz içe dönmek…

7. Değersizlik korkusunun kökeni çocukluk yaşantısından kaynaklanır. Çevrenizdeki insanların size değer vermediğini düşünüyorsanız, ilişkilerde alma verme dengesini kuramıyorsanız, hak ettiğiniz değeri alabilmek için sürekli kendinizden veriyor ve karşı tarafı memnun ederek değer görmeyi umuyorsanız, karşınızdakinin ilgisi olmadan yaşayamıyor sadece bunla beslenebiliyorsanız, reddedilince ya da yok sayıldığınızda değersiz olduğunuza inanıyorsanız, hayatınız kurban olma bilincinde geçiyorsa değersizlik korkusu taşıyor olma ihtimaliniz yüksektir. Bu korkunun varlığını hissediyorsanız ve yaşadığınız olaylar, kendinize çektiğiniz insanlar değersizlik korkunuzu size aynalıyorsa, önce bu korkuyu kabul edip, sonra korkunuzu sevgiye dönüştürmek için yapabileceğiniz uygulamalara yönelmeniz gerekir.

8. Dur demeyi bilin. Serbest bırakmayı, beklemeyi deneyin. Sakin, dingin ve biraz akışa, ilahi adalete güvenerek. Elinizde sıkmaya çalıştığınız her şey, elinizden çok daha çabuk kaçabilir.